Boya israfının önüne geçmek: Nemli Palet

Nemli Palet

Nemli Palet (Wet Palette) Nedir?

Nemli palet, hava geçirmeyen bir kaba yerleştirilmiş, nemi hapseden materyallerden oluşan bir kutu aslında. Minyatür figür boyayanların sıklıkla kullandığı bir malzeme. Fakat uzun süre akrilikle detay çalışan pek çok sanatçı, bu tarz bir paleti tercih ediyor.

Kimi yabancı firmalar bu kullanıma uygun malzemeler geliştirirken, kimi sanatçı da kendisi yapmayı tercih ediyor.

Türkiye’de sanatsal malzeme satan mağazalarda daha önce denk gelmemiştim ama son zamanlarda görmeye başladım. Fakat fiyat olarak biraz pahalı olduğunu düşündüm. En nihayetinde kapaklı, plastik bir kap. Bu yüzden kendime kapaklı, plastik bir kap alarak işe başladım.

Nemli Palet Yapımı

Kabın dibine kâğıt havlu yerleştirdim ve küçük bir sprey şişesine doldurduğum su ile nemlendirdim.

İlk boya kullanımımda çok memnun kaldım. Palette 2-3 saatte kuruyan boyalar günlerce kalıyordu. Fakat bir süre sonra kâğıt havlu pamuklanmaya başlayarak boyanın içine karışmıştı. O yüzden kâğıt havlunun üzerine tül gibi bir şey mi örtsem diye düşündüm, ancak kanvas gibi pamuklu bir şeyin pek işe yaramazdı, nemi korurdu belki ama gereğinden fazla sıvıyı emebilirdi ve kurumaya sebep olabilirdi.  

Bu iş için öğrencilik yıllarımdan kalmış serigrafi* ipeğini kullandım.

Serigrafi İpeği

*Serigrafi – İpek Baskı – Silkscreen

Serigrafi, bir seri baskı yapma şeklidir. Geçmişi çok eskilere uzanan bu sanat dalı son zamanlarda sanayinin de gelişmesi ile endüstriyel ürünlerin markalanmasında büyük önem kazanmıştır. Ahşap ya da metal bir çerçeveye gerilen değişik türdeki polyester ipek kumaşının fotofilm emülsiyon denilen bir film tabakasıyla kaplanıp ışıkta pozlandıktan sonra basılması gereken grafik, bu kumaşa bir şablon gibi çıkar. Işığa duyarlı bölgeler suyun yardımı ile boşaltılır ve hassas bir şablon oluşur. Bu şablona kalıp denir. Bir ragle (ağzı keskin bir kauçuk) yardımı ile baskı yapılır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Serigrafi

Yaydığım kâğıt havlu üzerine serigrafi ipeğini yerleştirdim. Sıktığım boyalar 6 aya yakın nemli kaldı. Bu sonuç beni çok memnun etmişti. Nihayet akrilik boya israfının önüne geçebilecek bir yöntem bulmuştum.

Mayıs ayında çektiğim fotoğraf. 4-5 tazeliğini korudu.

Ayrıca daha sonra Youtube’da canlı yayında nemli palet yapmıştım:

Nemli paletteki en önemli risk: Boyaların küflenmesi

Küf Detayı

Malzeme meraklısı olduğum için farklı markaları ve farklı çeşitleri deniyorum. ‘Basic acrylic’’e göre daha yoğun bir kıvamı olan ‘heavy body acrylic’ boyaları da işin içine katmaya karar verdim. Ancak, her ne kadar yoğunluğunu sevsem de yeni hazırladığım paletlerde küflenmeler meydana geldiğini fark ettim. Öncelikle boyanın kendisi küflenmeye çalışıyor ve küf de bir çeşit mantar olduğu için, yavaş yavaş palete yayılıyor. Boyanın markasına (ve muhtemelen bağlayıcı içeriğine) göre küflenme hızı da değişiyor. Küf olmayan bir ortamda etkilenmeden durabilecek bir boya etkilenebiliyor. Şaşırtıcı bir şekilde Etrafındaki boş alanlara küf yayılırken sağlam duran boyalar da oldu. Ben önlem almak amacıyla tüm boyaları temizledim.

Küflenmiş palet

En son hazırladığım palette sadece ‘basic acrylic’ kullanmama rağmen küflenmeler oldu. Aslında küflenmeler de 2. aydan itibaren başladı diyebilirim.

İlk başta ‘basic acrylic / heavy body acrylic’ farkının sebep olduğunu düşündüğüm küflenmenin aslında tamamen marka kaynaklı olduğu ortaya çıktı. Keza Golden markasının heavy body akriliği vardı elimde ve küflenmemişti.

Benim tahminim firmaların kullandığı bağlayıcı (binder) farklılığı idi. Küflenen boyalar daha çok Liquitex markasına aitti.

Kendimce Liquitex markasının içeriğinde organik bir materyal olabilir diye düşündüm.

Konuyla ilgili Liquitex firmasına mail gönderdim. Bana çok hızlı bir şekilde geri döndüler; yeni kurallar gereği insan sağlığına zarar vermemesi için küf ve bakteri oluşumunu engelleyen materyallerde değişikliğe gittiklerini söylediler. Zira bazı boyalar insanlarda alerji yapabiliyor.

Yani tahminim doğru çıktı, boya içeriğindeki bağlayıcı küflenmeyi etkiliyor.

Küflenmiş palet

Ve anladım ki, Liquitex nemli palet için biraz riskli bir marka. Eğer her gün kullanacağınız bir palet ise tabii ki tercih edebilirsiniz, çünkü renk kalitesi gerçekten çok iyi. Fakat sıkıp 1-2 ay sonra tekrar kullanmak isterseniz, boyalarınızın küflenme ihtimali çok yüksek.

Küflenmeyi hızlandıran ve yavaşlatan etkenlerden birinin de ısı olduğunu düşünüyorum. Soğuk havalarda daha geç bozulurken, sıcak havalarda neredeyse 2-3 kat hızlı bir bozulma oldu. O yüzden paleti yazın buzdolabında saklamak işe yarayabilir.

Kullandığım diğer ‘basic acrylic’ kıvamındaki boya markaları; Talens Amsterdam, Daler Rowney System 3 ve Maimeri Acrylic bir arada kullanıldığında küflenme yapmadı.

Buna Winsor Netwon’un Galleria serisini de ekleyebiliriz. Fakat hala emin olamadığın noktaları olduğu için onu ayrı tutuyorum. Beni şüpheye düşüren yanı ilk hazırladığım ve 6 ay sağlam kalan nemli palet, boyaları kullandığım süre içinde küflenmemiş, fakat sonrasında hazırladığım diğer nemli paletlere Liquitex markasını eklediğimde boyanın içinde küflenmeler başlamıştı.

Sonuç olarak bu deneyimlerimden anladım ki, farklı markalara ait akrilik boyaları aynı nemli palette kullanmak risk yaratabiliyor. Artan boya fiyatları üzerine tutumlu bir yaklaşım sergileyip, boyaları palette uzun süreli kullanımın yolunu ararken, küflenmeden sebep daha fazla israf riski ile karşılaşabiliriz.

Küflenme yapmayan boyaları tekrar hatırlatmak gerekirse:

Talens Amsterdam

Daler Rowney System 3

Maimeri Acrylic

Tabii ki bu listeye daha fazla boya eklenebilir fakat benim denediğim ve emin olduğum markalar bunlar.

Bu konuyla ilgili hazırladığım videoyu aşağıda izleyebilirsiniz.

Ayrıca konuyla ilgili sorularınız varsa yorum yazabilir veya mail yoluyla ulaşabilirsiniz.

Bol akrilikli günler diliyorum. 

Konuyla ilgili hazırladığım videoya buradan bakabilirsiniz.

Mutlu seneler! Happy New Year

Herkese mutlu seneler! Bu sene kişisel projelerime ağırlık vereceğim bir sene olmasını istiyorum ve şimdilik planım o yönde. Sadece yazdığım kısa hikayeler değil, sanat ve malzeme alanındaki tecrübelerimi, burada paylaşmayı umuyorum. Belki de daha fazlası. Kısacası blogumu bu sene daha aktif ve güncel hale getirmek istiyorum.

Pandeminin bizi tükettiği iki senenin ardından bu yılın, her ne kadar çiftli sayılı yıllara inancım olmasa da, güzel geçmesini umuyorum. Sizler için de aynısını diliyorum.

Pencere Yaratıkları

Pencere yaratıkları illüstrasyon

Bir türlü okuduğu kitaba odaklanamıyordu Fırat. Dışarıdaki rüzgâr içeriye bir uğultu olarak doluyordu. Aklı tam kapayamadığı penceredeydi, fakat neden tam kapayamadığını henüz bulamamıştı. Az önce oturduğu koltuktan hışımla kalkıp pencereye yanaştı; kolu tutup çevirdi ve hafifçe araladı. Plastikten yapılmış çerçeveyi baştan sona incelemeye başladı. Birkaç kez kolu oynatıp, mekaniğini kontrol etti. Gözüne çarpan tuhaf bir şey yoktu. Eliyle kenarlarındaki silikonları inceledi. Herhangi bir pürüz gözükmüyordu. Peki niye kapanmıyordu bu pencere? Tekrar denedi. Hızlıca çarptı, pencerenin camları sarsıldı. Fakat bu denemesinde de tam kapanmadı. O sırada dışarıya gözü takıldı, üst üste kurulmuş bina yığını semt manzarasına. Sadece gri tonların hâkim olduğu, hangi binanın önde veya arkada olduğunu kestiremediğiniz beton yığını. Gözünü gökyüzüne doğru yükselttiğinde fark etti; havanın pisliği ve ağırlığı, bu düzensiz ve çirkin binaların üstünde gri bir sis bulutu oluşturmuştu. Mavi gökyüzü ile iki ayrı katmanmış gibi duruyordu, soluduğu havayı düşündü. Yoğunluğundan sebep atmosfere bile karışamayan, üstlerine kâbus gibi çöken, binlerce insanın ciğerlerinden daha da pisletilerek geri verilen havayı alıyordu zavallı bedenine. Tiksindi. Bir adım geri çekilerek tekrar pencereye baktı. Hâlâ tam kapanmamıştı. Tekrar davrandı; bu sefer pencere kolunu o kadar sıkı kavramıştı ki plastikten hafif bir çatlama sesini duydu ama üstünde durmadı.

“Ne var be, ne var? Niye kapanmıyorsun amına kodumun penceresi!?”

Pencerenin kilidine bakıyordu. Altındaki küçük deliğe. Kaşları çatıldı. Acaba bu delik hep var mıydı? Kilit mi gevşemişti? O yüzden mi yerine oturmuyordu? Bu sorular aklından geçerken delikten beyaz bir şey çıkmaya başladı. Şaşkınlıktan nefesini tutmuş, film gibi izliyordu. Kurtçuk muydu bu? Solucan mıydı? Neydi bu? Git gide uzayan bu ince uzun yaratığın baş kısmında iki tane siyah küçük göz ona doğru bakıyordu. Cin miydi yoksa bunlar? Böyle cin olur muydu?

Derken bir tane daha eklendi yanına. Sonra bir tane daha. Hepsi gözlerini Fırat’ın olduğu yöne çeviriyordu. Sanki çubuk makarnalara iki siyah nokta yapıştırılmış gibi hepsi o küçücük delikten bir şekilde çıkmış, kendisine bakıyordu.

Fırat’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Nefesi iyice kesilmiş, kendisine bakan bu yaratıklara bakıyordu. Aklı almıyordu, o delikten nasıl çıkmıştı bunca yaratık?

Pencere çerçevesinde ne yapıyor olabilirlerdi? İçerdeki boşluğu mu yuva edinmişlerdi? Eğer öyleyse bunlardan daha çok vardı. Belki de evdeki bütün çerçevelerin içi…

“Aaahh” diye geri attı kendini.

“Gidin, GİDİN!” diye çığlık atmaya başladı. Yere düşmüş kitabını, pencereye doğru fırlattı. Vücudu elektik çarpmış gibi sarsıldı. Yaratıkların hepsi bir anda düşer gibi yere indiler. Yerde yılan gibi ilerlemeye başladılar.

“Hayır HAYIR, GELME!” diye bağırdı. Salonun kapısını kapadı. Yatak odasına geçti ve oranın da kapısını kapadı.

“Hassiktir! Bu ne oğlum, hassiktir! Delirdim, en sonunda delirdim!”

Kapının altındaki boşlukları hesaba katmadığını küçük kafaları görünce fark etti.

“Aaaaah, aaah” diye çığlık attı. Gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Yaratıklar üstüne doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Kaçabileceği yer yoktu. “Hayır, HAYIR!” diye çığlık attı. Pencere vardı ama 5. kattaydı, aşağı atlayamazdı. Yavaş yavaş ayak bileğinden bacaklarına, kasıklarına doğru yükselen bu garip canlıları hissetti üstünde, aynı soğuk makarna gibi üstünde yapış yapış ilerliyordu. İlerleyen soğuk makarnaların bıraktığı ağır nişasta artıklarını derisinde hissedebiliyordu.

“HAYIR! Allahım n’olur bırakın beni N’OLUR!” diye ağlamaya başladı. Yaratıklardan bir kısmı kulaklarından, bir kısmı burun deliklerinden, bir kısmı da göz pınarlarından kafatasının içine doğru hücum etti. Geri kalanları nefes almasını engelleyecek kadar ağzını doldurmuş, iç organlarına doğru ilerliyordu. Fırat, beyninin kıvrımları arasında, soğuk makarnaların dolaştığını hissedebiliyordu.

Çığlık atıyordu. Kanının aktığını hissedebiliyordu. Kimse duymuyordu.

Bacak arasında sıcaklık hissetti. Çişini de tutamamıştı. Artık vücudu üzerinde kontrolü kaybetmişti, biraz sonra ölecekti, biliyordu.

“HAYIR” çığlığı ile uyandı. Yüzüne dokundu. Terlemişti. Nefes nefese kalmıştı. İki eliyle yüzünü kapadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Karanlık evinde, yeni ıslattığı yatağında tek başına, yalnızlığına isyan ederek uzunca bir süre ağladı. Artık ağlamaktan burnu tıkanıp nefes alamaz hale gelince, burnunu silmek üzere yatağından kalktı. Banyoya girdi, tuvalet kağıdına burnunun içindekileri boşalttı ve kontrol etti; herhangi bir yaratık var mı diye. Sonra çöp kutusuna attı. Musluğun soğuk tarafını döndürdü, akan buz gibi suyu suratına çarptı. Bulanık aynadaki ıslak suratına baktı. Ciğerlerindeki tüm havayı boşalttı. Uzunca bir süre aynaya baktıktan sonra kıyafetlerini çıkardı ve makineye soktu. Ardından duşa girip soğuk suyun altında yere bakmaya başladı. Neydi o rüya öyle? O kadar gerçekçiydi ki düşününce bile hala yaratıkları üzerinde hissediyordu. Kafasını uzunca bir süre soğuk suyun altında tuttu, sanki yaratıkların orada olmadığına emin olmak istiyordu. Duştan çıkıp havluya sarındı. Ağır adımlarla banyodan çıkıp mutfağa yöneldi. Buzdolabını açtı. Orta rafta duran tencereyi alıp kapağını kaldırdı.

“Kimse panik yapmasın, Türkiye’yi makarnaya boğarız.”* Alaycı bir sesle.

Tenceresiyle beraber çöpe attı. Mutfak dolabında stokladığı 6 paket makarnayı da onun üstüne. Çöp torbasının ağzını sıkıca bağladı, yatak odasına götürdü. Üstünü değiştirirken göz ucuyla kontrol etti. Eğer yaratık çıkarsa üstüne atlayıp onları ezmeyi planlıyordu. Hızlı bir şekilde giyindikten sonra torbayı da alıp evden dışarı çıktı. Çöpü konteynıra attı. Aklından konteynırı ateşe vermek geçti ama yanlış anlaşılabileceğini düşündü. Geri eve girdi. Pencereden konteynırı gözetlemeye başladı. Nefesi camda buğu yaratıyordu. Uykusu da yoktu. Kitabını alıp koltuğa geçti. Aklı hala dışarıdaki konteynırın içindeki makarnalardaydı.

Endişeli bir 15 dakikadan sonra fark etti, pencere yine tam kapanmamıştı.

15.03.2020 tarihinde makarna üreticilerinin açıklaması: https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/herkese-yetecek-kadar-makarna-var-41469232

2021


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.

Öte Dünya Limanı

Ağır ve soğuk havayı, yarısı sönmüş yaşlı ciğerlerinin en derinlerine kadar çekmeye çalıştı; iyi geldiğini hissedebiliyordu. Nasırlı, yorgun ayaklarını soktuğu krater gölünün kıyısına oturdu ve etrafı izlemeye koyuldu. Gözlerini kapadı. Yüzyılların, binyılların, başlangıçtan beri bir o yana, bir bu yana sürüklenmenin yorgunluğuydu bu. Bıkmış mıydı yoksa ilerleyen ve bitmek bilmeyen, sonsuz zaman tadını mı kaçırmıştı, bilmiyordu. Dudaklarını keyifsizce bükse de, uzun sakallarının arasından görünmüyordu.

Kafasını hafifçe sağa çevirdi, bulutların arasından gözüken uçsuz bucaksız evreni izlemeye koyuldu. Düşünceleri arasında kayboluyordu; bir son var mıydı? Ne zamandan beri buradaydı? Neden buradaydı? Ne zamana kadar devam edecekti var olmaya? Kendisi gibi başkaları da var mıydı? Kafasındaki bu sorular anında uykusunu getirmişti. Düşünmek yerine uzun bir uyku uyusa, iyi gelir miydi?

“Gulyabani bey!”

Gulyabani derlerdi ona. Daha doğrusu insan denen mahlukat kendisine bakıp, kulakları tırmalayan çığlıkla beraber haykırır, sonra da kaçarlardı. O da ismini “Gulyabani” bellemişti. Yüzyıllar içerisinde o kadar çok haykırışa maruz kalmıştı ki, artık kulakları ağır işitiyordu. Tabii onlar da haklılardı; her av, avcısından kaçardı elbet.

Kafasını gölün üzerine çevirdi. Sandalın içinde Kharon ona el sallıyordu.

Gulyabani’nin sakallarının ardındaki yorgun ve yaşlı yüzü asıldı.

“Kirye Gulyabani bey!” sesini daha da yükseltmiş, büyük bir sevinçle hızlı hızlı el sallamaya devam ediyordu Kharon. Ciğerlerinde uzun süredir dolaştırdığı ısınmış havayı hızlıca geri verdi boşluğa, gözlerini devirdi. Ama suratında dipsiz bir kuyu gibi gözüken iki karanlık çukurda, gözlerin olduğunu anlamak yeterince güçtü, o yüzden Kharon fark etmedi bile bu ufak mimikleri. Fakat Gulyabani’nin keyfini kaçırdığının farkındaydı.

Gulyabani homurdanarak ayağa kalktı ve gölün içinde ağır ağır ilerleyerek sandalın yanına vardı.

“Ne var Kharon efendi? Gene ne bu neşe?”

Kharon’un gözleri parlıyordu. Ağzı sevinçten kulaklarına varmıştı. Umut dolu gözlerle Gulyabani’ye bakıyordu. Anlamıştı, yine aynı şeyi isteyecekti. Gulyabani devam etti.

“Öte dünyadan gene bizi kim çağırmış vre?

Eskiden gezmekten bıkmadığı bu dünyaya, artık sadece çağrıldığında gidiyordu.

“Bilmiyorum Gulyabani beyciğim. Ama biliyorsun…” dedi ve cümlesini devam ettirmedi. İkisi beraber bulutların ardından gözüken evrene baktılar. Bir süre sonra Kharon yüzünü Gulyabani’ye çevirdi.

“Ne oldu, keyifsizsin vre Gulyabani beyciğim?”

Suratı asık Gulyabani, gözlerini kısarak galaksileri seçmeye çalışıyordu. Kafasını çevirmeden sıkkın bir sesle,

“Vallahi pek tadım tuzum kalmadı Kharon. İnsanların tadı kaçtı, neyle besleniyorsa bu mahlukat, içimi çürütüyor sanki. Ağzım ölü gibi kokuyor; kollarıma, sırtıma bak! Her yerim irinli irinli, kocaman çıbanlar var.”

“Ah Gulyabani bey, başka dünyalar yok mudur gidebileceğiniz, başka mahlukat yok mudur yiyebileceğiniz?”

Gulyabani onun için endişelenen arkadaşına baktı. Tek arkadaşına. Sahiden de üzgün gözüküyordu.

“Yemeyi bıraktığımda ne olduğunu hatırlıyorsun Kharon. Başka yiyecek bir şeyim yok.”

Pes edercesine nefesini bıraktı. Sıcak nefesinin buharı, sanki her seferinde ruhundan bir parça alır gibi, soğuk havada kısa bir süre asılı kalıp, sonra kayboluyordu. Tekrar bulutların arasından gözüken evrene doğru bakmaya başladı Gulyabani.

Kharon’un üzgün suratı bir anda yeniden umut dolu haline geri döndü.

“Gulyabani beyciğim, biliyorsun…”

Gulyabani kafasını tekrar Kharon’a çevirdi. Kaç bin yıldır, her gidişinde aynı konuşmayı yapıyorlardı.

“Kharon, dünyadaki zaman buradaki gibi değil biliyorsun değil mi? O çoktan başka bir yere gitmiştir.”

Kharon suratını asmamaya çalıştı; yüzünü bulutlara, evrene döndürdü ve pek de emin olmayan bir sesle,

“Ama belki oralarda bir yerlerde bulunmayı bekliyordur? Unutmamıştır belki beni. Yoksa hemen yanıma gelmez miydi?” diye sordu.

Gulyabani bir şey diyemedi. Sadece,

“Tamam, tekrar bakacağım senin için.” Diyebildi.

Kharon çocuksu bir sevecenlikle Gulyabani’ye baktı ve dedi ki,

“O zaman atla kayığa be ya, tez zamanda götürem seni de, güzel haberlerle geri gel.”

2021


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.

Bal-Kaymak

Bal kaymak illüstrasyonu

“Şundan yesenize yaa, evde âlâsı var ama yemiyoruz” dedi sarı saçlı kadın bıçağını hunharca bal ve kaymak dolu kaseye daldırırken. Masadaki diğer iki arkadaşı ellerinde bıçak, sessizce onu izliyor, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Aslında şu masada bal ve kaymak yemek akıl kârı mıydı, tartışılırdı, çünkü sarı saçlı arkadaşları öyle bir iştahla yiyordu ki, eğer içlerinden biri o küçük kaseye bıçağı daldıracak olsa nasıl bir tepkiyle karşılaşırlardı, bilemiyorlardı. En iyisi hiç bulaşmamaktı.

“Ay hadi, alın, alın!”

Üç kişiydiler. Amerikan Diner’larını hatırlatırcasına yapılmış kafede, kırmızı suni derili ikili koltuklar, arada masa olacak şekilde karşılıklı yerleştirilmişti.  Hoparlörlerden, klasik yabancı şarkıların yeniden düzenlenmiş kötü ve ucuz versiyonları çalıyordu. Sarı saçlı kadın, koltuğa tüylü tokalı arkadaşı ile oturmuş, kızıl saçlı arkadaşları ise onların karşısına yerleşmişti. Menüyü uzunca bir süre incelemiş, karar verememişlerdi. Daha doğrusu tüylü tokalı arkadaşları, onaylamaz ifadesiyle, “ay şimdi o yenmez, kim bilir nasıldır”, “aa onu mu yiyeceksiniz” gibi her öneriye karşı çıktığı manipülatif söylemleriyle, onları  bir şey seçmekten vazgeçirmiş; sarışın kadının kararı garsona bırakmasına izin vermişlerdi.  

Kahvaltıyı oturup beklemektense, kafenin dışına çıkıp, soğuk havada bol bol sigara içmişlerdi. Sarkmış vücutlarına giydikleri parlak eşofmanlar, düşündüklerinin aksine onları daha da yaşlı göstermiş, sigaradan çatallaşmış sesleriyle dedikodu yapıp şen kahkahalar arasında içeriyi gözlemişlerdi. “Nerede kaldı kahvaltımız şekerim? Aaa bu nasıl servis canım?” diyerek tenha kafede gerginliğe sebep olmuş, şimdiden antipati kazanmışlardı. Tekrar sigara içmeye çıktıklarında kahvaltıları gelmiş, garsonlar ‘Masa niye boş, nerede bunlar’ diye bakınırken kadınlar, sarı saçlı arkadaşlarının önderliğinde büyük bir hışımla içeri girmiş, “Ay nihayet yaniii!” diyerek garsona ayıplarcasına bakarak masaya oturmuşlardı.

Aralarında en alımlıları sarı saçlı olanıydı. Yaşına rağmen edası ve duruşu, herkesin ilgisini çekmeyi başarmıştı; kimi zaman espri konusu olsa da. Sırtının ortasına kadar uzanan kuaför dokunuşlu hafif dalgalı saçlarını şöyle bir geriye atar, etrafı şuh bakışlarıyla kolaçan ederdi. Doğuştan cilveliydi. Gülüşü bile işveliydi. Kahkaha attıktan sonra hafifçe bir iç çeker ve etrafı kontrol etmeye devam ederdi, kendisine bakan eden var mı diye. Asla makyajsız dışarı çıkmazdı. Uzun takma tırnakları, kırmızı ojeliydi. Süet, siyah taşlı ve arkasında kaplan resmi olan bir eşofman üstü ile altına süet alt takımını giymişti. Her kısa boylu yaşlı kadının vazgeçilmezi olan dolgu topuklu ve bol taşlı beyaz spor ayakkabıları ile kombinini tamamlamıştı. Mevsim kış olduğundan, kolsuz kaz tüyü montlarından birini almıştı üstüne. Kendi yansımasını her gördüğünde, büyük bir beğeniyle süzüyordu aynayı.

Kısa kızıl saçlı olan, aralarında en sessiziydi; kendi halinde ve dünyasında yaşayan bir kadın. Omuzları düşmüş, kaderine razı bir hali vardı, sarı saçlı arkadaşının yanında. Etrafa üzgün, kaçamak bakışlar atardı ara sıra. Kendisi içmediği halde, onlarla beraber sigara içmeye çıkıyor, geri geliyor, çok az konuşuyordu. Saçının kızılı son derece sıradandı; kısa kesilmiş saçları, öylesine taranmıştı. Marketlerde satılan ucuz boyalarla kendisi boyuyordu saçını. Ancak ayda yılda bir düğün olursa kuaföre giderdi, yaptırdığı tapon bir model vardı zaten yıllardır, başka da bir lüksü yoktu.

Makyajsız yüzüne dalgın bir ifade yerleşmişti. Sanki sürekli dertliydi, gözleri uzaklarda, bir şeyleri düşünüyordu. Siyah, düz, penye bir eşofmanın üstüne, yuvarlak yakalı siyah bir bluz giymişti. Onun bu sadeliği, arkadaşlarının frapanlığını daha da öne çıkartmıştı.

Tüylü tokası olan üçüncü kadının saçı ise soğan kabuğu rengindeydi. Solaryumdan koyulaşmış sahte bronz teniyle saçları neredeyse aynı renkti. Öylesine yarım toplanmış saçındaki kocaman beyaz tüylü tokası, tavşan kuyruğunu andırıyordu. Altın sarısı bir tayt giymiş, mor taşlı kapüşonlu bir bluz giymişti üstüne. Yarım toplanmış saçı ile ‘Ay öylesine çıkıverdim ayol’ imajı yaratmıştı. Ama kızıl saçlı arkadaşı, onun daha önce ‘öylesine’ hazırlanmalarına çok şahit olmuştu; emindi ki o dağınık saçla bile çok uğraşmıştı. Sigara ve ağır şekerli parfüm kokusu birbirine karışmış, yan masadakilerin bile nefesini tıkıyordu. Fazla botokstan kaşları kalkmış, yeni dolgu yapılmış dudaklarının üstüne sürdüğü parlatıcı, ışıkta parlıyordu. Şişkin ağzı ile zor yemek yiyor, lokmalarını çiğnerken, yemek yiyen bir balık gibi görünüyordu. Hatta hiç sormadığı halde, kızıl saçlı arkadaşına, durmadan; “Ay şekerim benim doktorumu tavsiye edeyim sana çok iyi valla, Hülya Avşar bile ona gidiyormuş” diye saatlerce botoks ile dolgunun ne kadar şahane bir şey olduğunu anlatır, adeta beyin yıkardı. 

O, sarı saçlı kadınla nispeten daha yakındı; hep öyleydi. Hatta çoğu zaman ikisi birlikte vakit geçiriyor denilebilirdi. Ama kızıl saçlı arkadaşları, kendilerinin tenezzül etmediği dandik ayak işlerini hallettiğinden, onu da bazen çağırılardı. Tüylü tokalı kadın, bazen de sarı saçlıya olan hasedini, öfkesini kusardı kızıl saçlı kadına. Yüzünde hain bir ifade vardı. Etrafındaki insanlara fit sokmaktan, ortalığı bulandırmaktan büyük bir keyif alır, sonra da gururla yarattığı eserini izlerdi. “Ay dedikodu yapmış olmak gibi olmasın ama” ile başlayan cümleleri hiç bitmezdi. 

“Ay alın, alın” diye ısrar ediyordu sarı saçlı kadın.

Kızıl saçlı kadın, çaprazında oturan tüylü tokalı arkadaşına kafasını kaldırmadan, gözlerini dikti. ‘Sence?’ diyordu. ‘Sence o bal ve kaymağı ekmeğime sürecek kadar geri zekâlı mıyım?’ Gözleri ile konuşuyorlardı.

Eğer arkadaşını azıcık tanıyorsa bal kaymağa yanaşmazdı, çünkü sarı saçlı arkadaşı ne kadar ısrar etse de paylaşmayı pek sevmezdi.

Tüylü tokalı kadın milimetrik kafa hareketi ve hafif muzip bir gülümseme ile ‘Alsana biraz’ dedi bakışlarıyla.

Kızıl saçlı kadın ise dudaklarını büzerek bıçağını yavaşça masaya koydu.

“Aa doydun mu yoksaaaa?” dedi son heceyi uzatarak ve geriye yaslandı sarı saçlı kadın, şımarık bir çocuk edasıyla.

“Yok ondan değil, çayım bitti. Söyleyelim garsona da çay getirsin” dedi kızıl saçlı kadın

“Ay eveeet, bize de getirsiiin.” Diye ekledi tüylü tokalı kadın.

Sarı saçlı kadın masadaki hiçbir reçele ve peynire dokunmuyor, sadece ekmeğe bal ve kaymak sürüp yiyordu. 

Bu sırada tüylü tokalı kadın yanında duran ekmek sepetini kızıl saçlı kadına doğru itti. 

Ekmek sepeti de yanına gelmişti kızıl saçlı kadının.

“Canım, niye öyle koydun şimdi?” diye sordu kızıl saçlı kadın.

“Ay azıcık da siz yiyin, bir saattir ben yiyorum ekmekleri!” diye cevapladı tüylü tokalı kadın.

“Kızım ne yedin? Topu topu bir ekmek! Al şunu o tarafa.” dedi hışımla kızıl saçlı kadın.

Çaylar da tazelenmişti o sırada. Tüylü tokalı kadın gözlerini arkadaşını dikmiş, ‘Hadi’ diyordu parlayan gözleriyle.

Bir yandan sarı saçlı kadın, hâla iştahla bal kaymağı yemeye devam ediyordu.

Öte yandan kızıl saçlı kadının eli bir türlü varmıyordu ekmeğe. Gerilmişti. Başına ağrı girmeye başlamıştı. Ne diye zorluyordu sanki? Kendi niye denemiyordu? Zaten grupta kurban hep o olurdu! Kendisi kenara çekilir, sonra birini zorlar ve izler. “Kadın gençliğinden beri böyle, yaşlandı pörsüdü, hala aynı huy” diye geçiriyordu kafasından.

Midesi bulanmaya başladı. Bir yudum çayından içti. Belki de peynir-ekmek mide bulantısını bastırması için iyi olacaktı, ama bunu yapması tüylü tokalı arkadaşını daha çok çileden çıkaracaktı. Bu da ekstradan baskı demekti.

Hızlı davranmaya karar verdi. Önce ekmeğinden bir parça kopardı, sonra da otlu peynirden bir lokma aldı ve hızlıca ağzına attı. Bu sırada tüylü tokalı arkadaşının ‘Ne yapıyorsun sen, bal kaymak yemen gerekiyordu!’ bakışını görmezden gelerek, yavaşça bıçağını kavradı. Ekmeğinden bir parça kopardı. Bal ve kaymak dolu kaseye uzandı. Fakat zamanlamayı ayarlayamamıştı; sarı saçlı arkadaşı ile aynı anda bıçak sokmuştu kaseye. Bıçaklar çarpıştı; kulakları tırmalayan ince bir ”çın” sesi kapladı ortalığı.

İşte o an, iki arkadaş göz göze geldiler.

Sarı saçlı kadının suratındaki o beklenmedik şaşkınlık ve hayal kırıklığını, ne bir tablo anlatabilirdi, ne bir şiir, ne bir şarkı, ne de tiyatro oyunundaki bir sahne…

Sanki, elinden zorla şekeri alınmış, zavallı bir çocuğun ifadesi vardı, sarı saçlı kadının yüzünde.

Nasıl yapardı? Sırasını bilecekti! Ama üç yetişkin, hatta üç yaşlı kadın kahvaltı ediyorlardı, hemen toplamalıydı kendini, sarı saçlı kadın.

“Ay pardon canım.” dedi kızıl saçlı kadın o sırada, fısıldar gibi bir ifadeyle.

“Yok canım al, al” dedi sahte bir gülümsemeyle sarı saçlı kadın, elinin ucuyla hafiften kaseyi ittirerek. Her ne kadar suratını değiştirmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. Kızıl saçlı kadın düşünüyordu bir yandan ‘Çok mu ayıp ettim acaba?” diye. Bıçağına bulaşmış azıcık bal ve kaymağı sürdü ekmeğine ve sessizce yedi. Gözlerini çaprazda oturan tüylü tokalı arkadaşına çevirmişti.

‘Nasıl da parlıyor gözleri… Nasıl da tatmin oldu orospu, nasıl da zevk aldı şu küçücük bıçak kavgasından. Sırf şu ortamı yaratmak için sabırla çalıştı resmen, gözümün önünde! Ben de uydum ona, gider evimde yerdim sıçtığımın bal kaymağını’ diye sinirlendi kızıl saçlı kadın içinden. Sarı saçlı kadın derin bir nefes vererek bıçağını tabağın kenarına bıraktı.

Tüylü tokalı kadın “Aa şekerim doydun mu, çok iştahlıydın az önce?”

Kızıl saçlı kadın büyük bir sinir ve hayretle arkadaşını izliyordu, tüylü tokalı kadının gözleri o kadar parlıyordu ki, gözlerinin yaş dolduğunu sandı. Sarı saçlı kadın cevap verdi.

“Ay doydum canım”

“Sen yemiyor musun?” Cevap sırası kızıl saçlı kadına gelmişti.

“Ben de doydum.” Dedi öfkeli bir ses tonuyla.

“Ay ben hâla açım” diyerek ekmek sepetine önüne çekti, tüylü tokalı kadın. Suratına geniş bir gülümseme yayıldı. Diğer iki kadın, gergin bir şekilde arkalarına yaslanmış, kollarını kavuşturmuş ve onu izliyorlardı. Tüylü tokalı kadın, sinir bozucu sakinlikte ve yavaşlıkta, önce ekmeğinden bir parça kopardı. Sonra bıçağının ucuyla kaymak aldı, ekmeğinin üstünde gezdirdi, Bunları yaparken suratındaki hain gülümseme git gide yayılıyor, dolgunlaştırılmış parlatıcılı dudakları daha da parlıyordu. Sonra bıçağının ucuyla baldan biraz alıp, yine ekmeğinin üstünde gezdirdi. Bunları yaparken başını bir o yana bir bu yana eğiyordu, oyuncağıyla oynayan küçük bir çocuk gibi. Kafasını oynatırken saçındaki devasa tokanın tüyleri de oynuyordu, sanki sevinçten kuyruk sallıyor gibiydi. Özenle hazırladığı lokmasını ağzına götürdü ve bir balık gibi lokmasını çiğnemeye koyuldu. Daha bal kaymaklı lokma ağzındayken, arkadaşlarına döndü ve şöyle dedi:

“Ay kızlar, (omnomnom) hakikaten bal kaymak, (omnomnom) çok güzelmiş”.

2020


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.

Ekmek Arası Börek

Ekmek arası börek yiyen kadın illüstrasyonu

“Bu kaçıncı söz, yemin? Hep geri dönüyorum, biliyorum. Kendimi yanında buluyorum, dayanacak gücüm kalmadığında. Seni bıraktığım zaman yerinden kıpırdamayıp beni beklemeye devam edeceksin. Hiç değişmiyorsun. Yıllardır hep o aynı cazibenle duruyorsun. Sensiz daha iyi yapabileceğimi söylüyorlar, uzun süre aldırış etmedim ama…”

Kadın yerleri süpürürken bir yandan da bunları söylüyordu kendi kendine. Kuyruğunu gergin bir şekilde kıvıran gri kedi ise kadının sallanan memeleri ile altın kolyelerini süzüyor, kollarının altındaki sarkık derinin dalgalanışını izliyordu. Bunlar, daha önceden duyduğu şeylerdi. Yeşil gözlerini kısıp kısıp açıyordu. Kadının kendisiyle konuşmadığını biliyordu.

“… Ama bu sefer kararlıyım ve ciddiyim; ay Tırmık çekil şuradan!” 

Kendi ismini sevmeyen kedi olur muydu? Evet, Tırmık’ın kendisiydi. İnsanlar ne güzel isimler buluyorlardı kedilerine. Tırmık da neydi? Süpürge ona doğru yaklaşıyordu. Ağır bir şekilde yerden kalkıp, umursamaz yürüyüşü ile ilerledi, kapının eşiğinden salonu izlemeye koyuldu.

Kadın kolunu hışımla ileri geri iterek, “Sensiz yaşamaya alışmak çok zor biliyorum. Ama çok yıprandım, kaldıramıyorum artık…” dedi dalgın dalgın. Kolundaki bileziklerinin şangırtısını duymuyordu bile. 

Kedi Tırmık bir an ne gördüğünü anlayamadı. Büyük ve korkutucu bir kütle ona yaklaşıyordu. Yerinden zıpladı tam tüylerini dikleştirecekti ki sahibinin kalçası olduğunu fark etti. Leopar desenli taytı o kocaman alanda gerginleşmiş, tuhaf bir görüntü yaratıyordu. Ona doğru gelirken ağır şekerli parfüm ve sigara kokusu Tırmık’ın suratına çarptı. En sonunda arkasını dönüp dışarıya, antreye gitti.

Kadın ise Tırmık orada mı, değil mi farkında bile değildi. Boyadan yanmış sarı saçları gözünün önünde sallanıyordu. Suratına, yılların mutsuzluğu sinmişti. Ağaçların yaş halkası gibi, kat kat gıdısı vardı. Her geçen sene ona bir şeyler ekliyordu. Aynı yeri belki de 30-40 defa süpürmüştü ama farkında değildi. 

“Yok yok, seni hayatımdan tamamen çıkaracağım.”

Süpürgeyi kapattı ve yere bıraktı. Ellerini beline koyup duvardaki saate baktı. Unutmuştu yine saatin bozuk olduğunu, yılların alışkanlığı. Atsa mıydı ki? Ama kıyamıyordu, tıpkı seneler önce aldığı çirkinlik abidesi o müzik kutusu gibi. Ya da hiçbir işe yaramayan mektup masası. Bibloları dizmişti üstüne gerçi. 

Dışarı baktı, öğle olmuştu. Karnından hafif bir gurultu geldi. “Kafamda bitirdiysem bitmiştir.” dedi.

“Ay oturayım bari biraz.” 

Bir sigara yıktı. Uzun tırnaklarındaki sedefli pembe oje iyice bozulmuş, zamanla koyulaşmış, tırnaklarının ucundakiler ise iyice soyulmuştu. En son ne zaman gitmişti maniküre, hatırlamıyordu, ona da para vermek istemiyordu. Kendi yapmayı da beceremiyordu. Bir ara gitmeliydi. 

Düşünceli bir şekilde sigarasını içti. Açlık hissini sigara ile bastırmaya çalışıyordu. Yerinden sıçradı aniden, dudağı yandı. Eline baktı. “Ne çabuk bitti bu sigara.” Diyerek izmariti kül tablasına koydu ve bir tane daha yaktı. Farkında olmadan, yüzük parmağıyla, çıkmış bıyıklarını kontrol etti. Bir süre sonra sigara yeniden bitti. Kül tablasında yer aradı söndürmek için. Pembe rujlu izmaritler cennetinde yer kalmamıştı anlaşılan. Ikınarak kalktı ve pencere kenarındaki saksılardan dibinin birine attı. “Kül besler onları…”

Nesrin’i aramak geldi aklına. Bugün konken günüydü aslında, ama aramamıştı önceden. Sıra Nurten’deydi. Belki de bu hafta toplanmamışlardı.

Eski yeşil telefonunun başına gitti. Telsiz telefonları sevmiyordu. Numarayı çevirdi. Her numarayı çevirip kadranın geri dönmesini bekledi. Bir süre sonra çalma sesini duydu. 

“Alo”

“Alo Ayten kızım ben Halime teyzen, nasılsın? Annen yok mu evde?”

“Aa Merhaba Halime Teyze, şaşırdım arayınca. Annem Nurten Teyzelere gitti oyuna. Sen gitmedin mi?”

‘Vay kaltak karılar’ diye geçirdi içinden.  Demek konken partisi ayarlamışlar ve ona haber vermiyorlar.

“Halime Teyze?”

“Yok kızım, oyun için toplandıklarını haber vermedi bana.”

Sessizlik.

“Tamam kızım görüşürüz.”

Çok sinirlenmişti. Şu hayatta zevk aldığı bir oyunu kalmıştı ve anlaşılan Nesrin bunu ona çok görüyordu. Kaşlarını çattı. Burnundan soluyordu. Dudaklarının içini yiyordu. Sehpanın üzerinde duran eski, tuşlu, gri cep telefonuna yöneldi. Kısık gözleriyle Nesrin’i buldu. Ara tuşuna bastı.

Çaldı… çaldı…

Uzun beklemeden sonra hat düşme sesi geldi.

Sehpanın üzerindeki sigara paketine yöneldi. Tırnaklarıyla sigarasını çekti ve hışımla iki dudağının arasına sıkıştırdı. Tekrar aradı Nesrin’i. Çalma sesini dinlerken dudağını içe kıvırarak derin bir nefes çekti sigarasından.

“Halime kız N’aber?

‘Ay cırtlak karı’ diye geçirdi kafasından

 “Ben de tam seni düşünüyordum.”

‘Kesin beni düşünüyordun orospu karı’ devam etti içinden.

“Allah Allah hayırdır?” dedi Halime.

“Nesrin, şu böreği alacan mı, çocuğa verecem” diye Nurten’in sesi duyuldu arkadan.

“Beni düşünüyormuş, yalancı!” diye sesini yükseltti Halime ve devam etti “Konkene toplanmışınız ve bana haber vermiyorsunuz öyle mi? Yazıklar olsun size. Çok ayıp çook…”

“Ay Halime yanlış anladın! Sen rejime girdim deyince seni çağırmayalım dedik burada bir sürü börek çörek var diye…”

“Size ne ya! İstediğimi yerim, yemem. Sen nasıl benim adıma karar verdin? Çok ayıp!”

“Ay daha oturmadık oyuna, kalk gel.”

“Ne geleceğim, istemez!”

“Ya inat etme kız, gel işte özür dilerim, senin iyiliğini düşündük.”

“Düşünmeyin, gidin zıkkımlanın börekleri! “

Telefonu sinirle kapattı. Elin karılarının ağzına laf vermişti işte, ‘Halime rejimde, aman o yemesin.’

Herkes kendisine dönüp baksındı! Bunca zaman çok umursamışlardı sanki! Böyle mi düşünüyorlardı onu? Çok ayıptı yaptıkları. Çok kırılmıştı. Arkadaşlarını da sevmiyordu artık. Onlara ihtiyacı yoktu. Ağzını yakan izmariti söndürüp, bir sigara daha yaktı. Gözleri çok hızlı hareket ediyordu. Elinin son üç parmağını üst üste bindirip çenesini sıvazladı. 

“Eh, başlarım böyle işe!” dedi, sigarasını hızla söndürdü ve ayağa kalktı. Bir hışımla anahtarını alıp, evinin ahşap kapısını çarparak çıktı. Kedi Tırmık bu eski Rum apartmanındaki dairenin, tipik çift kanatlı kapısının sallanışını izledi ve aşağı doğru uzaklaşan gümbür gümbür ayak seslerini dinledi. 

Halime sokağa attı kendini. Sağa sola göz gezdirdi. Mahallenin küçük börekçisi Mehmet’e gitti. 

“Mehmet, bana bir kilo su böreği tart.”

“Oo Halime abla, sen rejimde değil miydin?”

Bütün mahalle de öğrenmişti. Nesrin söylemiştir kesin.

“Ver sen hadi, ver.”

“Peki abla.”

Allah bilir bu dedikoducu Mehmet gider ilk fırsatta Nesrin’e yetiştirir. 

“Misafirim var da.”

“Aa öyle mi, dur biraz fazla koyayım ikram olsun.”

“Hadi Mehmet, oyalanma!”

Hemen paketledi. 

“Başka bir şey lazım mı abla?”

“Yok değil, al şunu da!”

Parayı önüne attı ve dükkandan çıktı. Bakkala uğradı. 

“Bana iki paket sigara ver, bir de ekmek.”

“Peki abla.”

Artık dayanamıyordu. O sigaralar o raftan bir türlü çıkmak bilmedi, ekmek de sepetten. Dişlerini sıkıyordu. Ne olurdu azıcık hızlı olsalar. Herkes tuhaf, herkes!

“Yazıver benim hesaba.”

“Peki abla.”

Poşeti kaptığı gibi çıktı ve hemen apartmana yöneldi. Ağır giriş kapısını hışımla açtı ve dönen merdivenlere ilerledi. Fakat artık dayanamıyordu. Yukarı çıkacak hali kalmamıştı. Nefes nefeseydi, sarkık memelerini içine sıkıştırdığı sütyen ter içinde kalmıştı. Çöktü merdivene. Kollarını terden sırılsıklam olmuş penye tişörtünün arkasına soktu. Islak sırtının ortasındaki et benine denk gelen sütyen kopçasını açtı. Sonra bluzun ön kısmından sütyen kaplarını bir bir kaldırdı, sarkık memeler kendini bıraktı. Yıllardırın verdiği ustalıkla sütyen askılarını bir çırpıda sıyırdı ve ağırlaşmış terli sütyeni basamağa doğru savurup attı. Suratı terden parlıyordu. Torbadan hışımla ekmeği ve börek kutusunu çıkarttı. Elleriyle ekmeği yardı. Sol eliyle, neredeyse hiç peyniri olmayan yağlı su böreğini avuçlayarak, kutudan çıkarttı. Sağ elinde tuttuğu ekmeğin içine tıkıştırırken, bir yandan da “Hadi, hadi!” diye inliyordu. Eline bulaşan yağı, ekmeğin dışına sildi. Isırmaya başladı. Bir an önce ortaya ulaşması gerekiyordu, ama daha ekmeğin köşesindeyi. İkiye de bölemedi. Köşeden vazgeçip ortasından ısırdı. Kocaman bir lokma aldı, ağzının kenarlarından akan yağlar, çenesinin altındaki katmanlarda kayboluyordu. Çiğnemeye çalışırken yanaklarının kasılıp, ağrıdığını hissediyordu. Tükürüklerinin ancak ıslatabildiği lokmayı büyük bir çabayla yuttu..

Apartmanda Halime’nin ağlama sesleri yankılanıyordu. Ağzı dolu bir şekilde “Bırakamadım seni, bırakamadım. Tek mutluluğum yemek yemek, onu da elimden almalarına izin vermeyeceğim…”

Tırmık ise aynı lafları yüzüncü kez duymanın sıkıntısıyla gözlerini devirip, kendini halıya attı ve uyku pozisyonuna geçti.

2017


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.

Kahpe Dünya

Kahpe dünya illüstrasyonu, sigara içen dertli çocuk

Sabah uyandı. Gömüldüğü yataktan, yumuşacık yastığının içindeki elyafları yokladı. Kenarlarını okşarken hafif sertliğini hissetti. Başını yastığın biraz ucuna kaydırarak serinliğini boynunda hissetti. Yastığının altında duran telefonunu eline aldı. Yüz üstü yattığı yataktan tek gözünü açarak telefonun ekranına bakmaya başladı. Sosyal medya hesaplarını karıştırdı, beğeniler, etkinlik davetleri, mesajlar… Paylaşılan resimlere, yazılara, fotoğraflara baktı. En son saate baktı. 12:35. Artık kalkması gerekiyordu.  Üstünden, onu gereğinden fazla ısıtan yorganı attı. Oturur vaziyetteyken bilinçsizce yeni pedikür yapılmış ayağını inceledi. Sonra bacaklarını ve dizlerini incelemeye koyuldu. Yeni çıkan bir kıl veya herhangi bir batık var mı diye baktı. Yataktan kalktı. Odasının içindeki tuvalete girdi. Klozetin buz gibi oturağına poposunu koyarken hafifçe irkildi. Dalgın dalgın yerdeki karolara baktı. Çişini yaptıktan sonra kalkıp klozete, yaptığı ürüne baktı, içinden ‘Daha çok su içmeliyim’ diye geçirdi ve sifonu çekti. Ellerini Balıkesir’den getirttiği doğal zeytinyağlı sabunla yıkadı ve suratını incelemeye koyuldu.  Hoş kokulu yüz yıkama jelinden, bir bezelye tanesi kadar parmak uçlarına sıktı. Sadece bu jel 470 liraydı bol bol kullanamazdı. Hafif dairesel hareketler ile yüzünü yıkadı ve biraz bekledi. Sonra bir pamuk yardımıyla, yüz yıkama jelinin devamı olan toniğini sürdü yüzüne ve ondan sonra yine beklemeye koyuldu. Bu bekleme sürelerinde ya tırnaklarını inceliyor, ya saç diplerine bakıyor, ya da çilleri artmış mı artmamış mı kontrol ediyordu. Göz kremi ve yüz kremi öncesi serumuna gelmişti sıra. Gözlerine yavaşça sürdü ve kendine “Hafif pıt pıtlarla sürüyoruz” dedi parmak uçlarıyla kremi yedirirken. Yüzüne serumunu sürdükten sonra yine beklemeye koyuldu. Beklemeliydi. Çünkü beklemezse suratı yağlanır, sivilcelenebilirdi, bu da onun için büyük bir problemdi. Bu bekleme süresinde bıyıklarını kontrol ediyordu. Neyse ki gittiğini güzellik merkezindeki 4520 liralık epilasyon paketine bıyığa dahil edivermişti de üstünde düşünmüyordu. Karnının gurultusu sessizliği bozdu. Kahvaltı olarak ne yeseydi? Hazırlamaya çok üşeniyordu. Kahve aldığı yerden alırdı yiyecek bir şeyler. Krem vakti geldi. Alnına, burnuna yanaklarına, çenesine ve çene altına olmak üzere 6 nokta kondurdu ve yavaş yavaş sürdü.

Kahvaltı işini de çözdüğüne göre giyinebilirdi. Sonra işine giderdi nasılsa. Zaten kendi işinin patronuydu, kimse ona karışamazdı. Dar bir pantolon giydi üstüne; paçaları yırtık, son moda. Üstüne bol, eskitilmiş bir bluz. Aslında kendisi aldıktan iki gün sonra indirime girmişti mağaza ama o biliyordu ki, indirime giren ürünler birkaç sezon öncesinin ürünleri olur büyük mağazalar da hep öyledir yani. Daima sezonda alışveriş yapar, indirim takip etmez. “Paran yoksa alma kardeşim” der.  Büyük deri çantasını açtı cüzdanını, şarj, aletini, arabasının anahtarının, sigarasını ve çakmağını da içine attı, üstüne uzun, delikli bir hırka giydi, ayaklarına beyaz spor ayakkabılarını giydi, telefonunu eline aldı, çantasını dirseğine taktı. Yüzüne büyük gelen logolu güneş gözlüğünü suratına taktı ve 95 m2’lik evinden hışımla çıktı.

“Hepsinin ecdadını sikicem” dedi küçük çocuk elindeki mendil torbasını sallarken. “Hepinizin anasını sikeyim” diye devam ediyordu. ATM sırasında bekleyen insanlara mendil uzattı. “Abla mendil alsana!” Kadın suratına bile bakmadan “Hayır, hayır!” diye başından savdı. Arkadaki kadına yöneldi. Mavi saçları ve kapkara güneş gözlüğü ile tuhaf duruyordu.

“Abla mendil alsana!”

“Yok canım.”

“Bozuk paran mı var mı abla?”

“Yok canım, hadi.”

Öfleyerek uzaklaştı yanından. Uzun zamandır yıkanmayan kemik rengi pantolonu grileşmiş, dizleri yırtılmış ve kalçasından düşüyordu. Rengarenk ucuz ve eski yün kazağın delikleri büyümüş, pislikten renkleri koyulaşmıştı. Tozdan ve terden buğday teni iyice esmerleşmişti.

“Ulan hepinizin ta amına koyayım” diyerek yürümeye devam etti.

Saraçhane’nin arkalarında, unutulmuş sokaklardan çıkıp şehrin göbeğine Mecidiyeköy Metro girişine, insanların onu bakışlarıyla ezmesi için geliyordu çünkü. Kendi akranlarını görüyordu; annelerinin yanında, cep telefonlarıyla oyun oynarken. “Kahpe dünya!” derdi sarı dişleriyle Ömer abi. Çok sık derdi bunu.

Küfür ede ede etrafa bakınırken kel ve gözlüklü bir adam yarım sigarasını yere attı. Koşa koşa sigarayı aldı parmaklarının arasına. Bir nefes çekti, göğsüne indiğini hissetti dumanın. Yanından geçen yaşlı adam “Cık cık, at o sigarayı elinden terbiyesiz! Yaşın kaç sesin” dedi büyük bir hışımla.

“ On bir.” Diyerek cevapladı Çocuk ve ağzına tekrar götürdü sigarayı.

“Bak hala içiyor, at demedim mi sana!”

“Sana be amca! İşine bak!”

“Cık, cık! Ben senin gibi kaç çocuğu eğittim de adam ettim biliyor musun sen? Geldiler de elimi öptüler. Emekli öğretmenim ben! At o sigarayı çabuk, yoksa ayağımın altına alırım ha!” Parmağını salladı ona doğru.

“Ya bana ne amca, bir bok da yapamazsın ayrıca, çok yardım etmek istiyorsan mendil al”

Yaşlı adam elini umursamaz bir şekilde sallayarak “Eh sende be, hadi” diyerek yoluna devam etti.

Çocuk arkasından baktı. “Kodumun emeklisi. Öğretmenmiş de, elini öpmüşler de. Götünde sokucam bu sigarayı göreceksin o zaman!”

Adam uzaklaşmıştı ama hâla duyabiliyordu “Terbiyesiz, 11 yaşında çocuk sigara içiyor. Anaları, babaları yok bunların! Doğuruyorlar, sokağa atıyorlar! Ülke ne hale geldi!”

Çocuğun sigarası bitmişti. Ona göre söylemesi kolaydı. Anası, babası doğurup atmışlardı onu sokağa. Zaten bütün sokakta çalışan çocuklar öyledir değil mi? Ailesi kapısı penceresi, suyu, gazı bile olmayan bir evde yaşamaya çalışırken, babası ile ailenin en büyük oğlu kendisi çalışırken ‘sokağa atılmıştı’ öyle mi? Acaba emekliyi koysak kaç saat dayanırdı o mahallede o eve?

“Allah Topunun belasını versin! Biz de şans yok amına koyayım. Şans olsa şu anda okulda olurdum, zengin bebeler gibi” Ömer abi de derdi. “Oğlum biz de şans olsa, anamız babamız bizi işe, sokağa değil, okumaya, okula gönderirdi ama, hayat işte.”. Akan göz yaşlarını sildi. Duran trafikte camlara dayandı. Hiç kimse ona bakmıyordu. Yol boyunca ilerledi. Siyah bir arabanın yanında durdu, direksiyondaki kadına baktı. Mendili gösterdi, diğer elini de çukur yaptı.

“Abla, mendil alsana”

Kadının suratına bakıyordu. Kadınsa önüne. Kocaman gözlükleri onu kara sinek gibi gösteriyordu.

“Abla!”

Kadın suratına bakmadan, dudaklarını şişirerek bir nefes verdi ve eliyle ‘kış kış’ işareti yaptı. Camdan çekildi çocuk. “Orospu!” deyip arabanın arkasına vurdu.

11 yaşında dert sahibiydi küçük çocuk. Hayat parası olana güzeldi. Onların ki hayat mıydı? İstanbul! Taşı toprağı altın diye gelmiş ailesi. Bok varmış! Hayatı ona sorsalardı o küçük yaşına rağmen neler görmüştü, ne dayaklar yemişti. Sokaktaki abiler sürekli sigara içerken dinliyordu onları “Puşt insanlar, adaletsiz hayatlar, kahpe dünya…”

Sigara, sigara gibi kokmuyordu ama, ekşi bir koku yayılırdı etrafa içerlerken vermezlerdi ona “Sen daha küçüksün” derlerdi. Hatta sinirlenip ensesine vururlardı “Gitsene lan bebe” diye. Çok sinirlenirdi, çok utanırdı.

Aklına Ömer abi geldi yine, keşke o kadar erken ölmeseydi. Herkese karşı bir o koruyordu onu. Neydi ki o bonzai denen şey? “Kodumun dünyasında beni yalnız bıraktın Ömer abi” diye ilerlemeye devam etti, egzoz bulutu ve arabaların arasında kaybolurken.

Sinirlendi Merve arabasına arkasına vuran Mendilci çocuğa.

“Piç kurusu ya! Allah belanı versin senin!”

Sessizlik…

“Geber, o arabaların altında kal da gör gününü”

Sessizlik…

“Bakamayacağınız piçleri ne doğurup sokağa salıyorsunuz anlamıyorum yani? Geliyorlar, oradan buradan, işgal ettiler resmen İstanbul’u ya!”

Sessizlik…

“Üff şu camın haline bak, dün yıkattım arabayı inanamıyorum ya! Pislik, yağlı elleriyle bir de cama dokunmuş!”

Şiddetle kornaya bastı:

“Hadi be, ilerleyin sizde!”

2017


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. Tüm hakları saklıdır.

Mutlu Döner

“Evladım, kime baktın?” 

Bu kulak tırmalayıcı kadın sesi, onu rüya aleminden çıkarıp kendine getirdi. Gözlerini pis, yosunlu ve bulanık sudan ayırıp, camdan kendisine bakan çatık kaşlı kadına çevirdi. Baş örtüsü gelişi güzel bağlanmış, parmak uçları kızarmış, muhtemelen elleri de dolma kokuyordu.

“Mutlu Döner’den geliyorum teyze, broşür dağıtıyorum.”

“Ay yok istemez, hadi hadi” diyerek aceleyle kapattı ahşap pencereyi kadın, ardından da perdeyi hışımla çekti.

Eski İstanbul evlerinden biriydi burası. Ahşap zamanla, siyaha çalan bir renk almıştı. Nereden çıktığı belli olmayan bir duman tütüyordu evin çatısında. Hava soğuk ve yağmurluydu. İki katlı bu ahşap ev, geniş bahçesi ve minik süs havuzu ile aradan geçen yıllar boyunca gösterişini yitirmiş, yaşanmışlığın izlerini taşıyordu. İstanbul gibi, o da hayatın sillesini yemişti, neredeyse yıkılmak üzereydi. İçinde oturanların onu yenilemeye parası yoktu anlaşılan. Ama en nihayetinde içinde yaşayanların fakirliğini örten, gururlu ve gösterişli bir evdi, tüm darbelere rağmen ayakta duruyordu. 

Oldum olası eski evleri severdi genç çocuk. İçinden “Acaba kimler yaşadı bu evlerde, neler yaşandı” diye düşünürdü. Bazen eski bir yalının önünde otururdu, eski İstanbulluların ev yaşamını hayal ederdi; neler konuştuklarını akşam yemeklerini, yemekten sonra ne yaptıklarını, kahvelerini ne zaman içtikleri… Kendine has gizli eğlencelerinden biriydi bu.

Bu bahçe kapısı açık ev adeta onu davet etmişti, bu yüzden broşür dağıttığını unutmuş , kendini yosunlu havuzun başında buluvermişti.

Kurbağa sesiyle irkildi genç çocuk. Artık bahçeden, bu gururlu evden ayrılması gerekiyordu. Son bir kez baktı; ne şiirler, ne öyküler yazılırdı bu ev üstüne. Bahçe kapısını arkasından kapatarak evden uzaklaştı.

O gün çok üşüyordu. İnce kottan pantolonu ıslanmış, bacaklarına yapışmıştı. Eski ayakkabıları yolun tüm suyunu çekmiş, içindeki çorapları ıslanmış, ayağı buz kesmişti. Daha dağıtması gereken 1470 “Mutlu Döner” broşürü vardı. Broşür torbasını tutan eli soğuktan hissizleşmiş, diğer eli ise cebinde var olma çabasını sürdürüyordu. İnişli çıkışlı dar sokakta her saniye bıraktığı nefesin buharının içinden geçiyordu. Sağlı sollu park etmiş arabaların camları, posta kutuları, kapı aralıkları, borular… Nereyi görse broşür bırakıyordu.

“Mutlu Döner”. Mahalle merkezindeki altıncı kez el değiştiren köşe dükkanı tutmuşlardı. Ondan önceki işyeri bir butikti ve açılalı çok olmamıştı, ama ne gelen olmuştu, ne giden. Kapanmıştı kısa sürede. Kimse hatırlamıyordu bile orada bir butik olduğunu bir zamanlar.

Mutlu Döner’in mutlulukla pek ilgisi yoktu aslında, Ahmet Usta’nın soyadı idi. Ama sevimsizlik abidesi gülen bir döner logosu, kızartılıp yenmekten pek memnun gibiydi. Kebapçı, börekçi, kumrucu… Mahallenin adını yiyenler ya da şişmanlar olarak değiştirseler daha iyi olurdu.

Yürüdüğü sokak eski bir sokaktı, ait olduğu mahalle ise İstanbul’un eski mahallelerinden biri. Sevimsiz, mozaik apartmanların olmadığı, iki katlı ahşap ve fakir evlerin bol olduğu bir sokak. Bazı evler birbirine yapışıktı. Kimi elden geçmiş, beyaza boyanmış, kiminin kapısına kilit vurulmuştu. Arada bahçeli bir kaç güzel ev görüyordu, bakmaktan alamıyordu kendini.

Eski sokakta yürümeye devam ederken 27 rakamı çarptı gözüne. Epey eski, zamanla çatlamış bir seramiğin üstünde, süslü bir 27. Bahçenin etrafını çevreleyen bir kaç beton sütun, ve siyah demir parmaklıklar diğer evin duvarı ile birleşiyordu. Bahçenin giriş kapısı soldan, yıpranmış, eski, siyah demir bir kapısıydı. İki yanındaki beton sütunlardan sağ tarafta olanda, 27 rakamının yazılı olduğu seramiğin altında, antika sayılabilecek yeşil bir posta kutusu vardı. Broşürü posta kutusuna atmadan önce, bahçeye göz atmak istedi ama ağaçlardan ve onları saran sarmaşıklardan pek bir şey seçilmiyordu. Görebildiği kadarıyla evin bahçesi pek genişti. Ev bu bakımsız yeşilliğin ortasında kalmıştı, ve her yeri yabani otlar sarmıştı. Evin bahçesi hakkında düzenleme hayalleri kurmaya başlamıştı bile “Şuranın bu kısmına domates ekerim, şuraya taş döşerim ahşap masa koyarım ama yağmurda ıslanıp kötü olabilir…”. Evin içini de merak ediyordu. Küçük bir giriş vardı ön cephede, tarihi bir köşktü. Terk edilmiş görünüyordu, içeride kedilerden başka kimse yaşamıyor olabilirdi. O zaman broşür bırakmanın bir anlamı yoktu. Demir parmaklıkların arkasından evi incelemeye devam etti, camların üstünde beyaz boya damlaları vardı, demek ki ahşap pencere çerçeveleri sonradan tekrar boyanmıştı. Bu bir yaşam belirtisi sayılabilirdi. Sağa doğru mutfağa ait olduğunu sandığı pencereden kırmızı plastik ve olabildiğince çirkin bir süzgeç görünüyordu. Neyden sonra evin tepesinde tüten dumanı fark etti. Demek ki burada birileri yaşıyordu. Kafasında evle ilgili hayaller kurmaya devam ederken dalgın bir şekilde posta kutusuna yöneldi.

Torbasından üç adet Mutlu Döner broşürü çıkardı. Tam o sırada bahçenin o görkemli siyah kapısı açıldı.

Genç çocuk kapı sesiyle irkilmişti. Bahçe çiftçiliği hayallerine kendini o kadar kaptırmıştı ki ne evden çıkan birini görmüştü, ne de duymuştu. Kapının önünde duran kıza öyle bir bakıyordu ki, gizli bir iş yaparken yakalanmış biri gibi açmıştı gözlerini.

Evinden çıkan genç kız ise, çelimsiz ve yağmurdan ıslanmış broşürcü çocuğa sorgularcasına gözlerini dikti. Göz göze geldiler. Bir saniye bir ömür gibi geldi çocuğa; nefesini tıkamaya, beynini durdurmaya yetti. Boğuk ve kısık bir ses çıkardı sadece. Kız ise broşürlere şöyle bir baktıktan sonra, gözlerini devirip yoluna devam etti.

Allah kahretsin, sadece hırıldamıştı! Rezil olmuştu! 

Ne kadar güzeldi gözleri, uzun kirpikleri, küçücük ağzı ve pürüzsüz yanakları. Başak sarısı saçlarını tepeden toplamış yüzünü iyice ortaya çıkarmıştı. Arkasından salınan at kuyruğuna öylece bakakaldı. Neden sonra elindeki broşürleri hatırladı ve posta kutusuna yerleştirdi. 27 Numara. 27 Numara. Aklından çıkarmayacaktı bu numarayı. Evin kendini saklaması bu yüzden miydi, bu güzel kızı mı koruyordu?

Sokakta ilerliyordu ama gözünün önünde sadece kızın hayali vardı. Sarhoş gibiydi. Acaba burada mı oturuyordu? Yani evden çıktığını göre, ama belki akraba veya bir arkadaşında kalmıştır? Ah nereye gidiyordu acaba, bir sevgilisi mi vardı? Bahçeyi düzenleme hayallerine artık kızı da dahil etmeye başlamıştı. Acaba köpek sever miydi?

Bu sorularla boğuşurken siyah bir araba ani fren yaptı. “Önüne baksana çocuk!” diye bağırdı şoför. “Aşık mıdır nedir?”

“Evet abi, aşığım ben” deyip eski Hollywood filmlerindeki gibi bir anda dansa başlamak isterdi ama ortada ne müzik vardı, ne mutlu insanlar ne de güneşli bir hava. 

“Pardon abi.” demekle yetindi sadece. Annesi bayılırdı böyle filmlere. Sabahları seyrederdi. En ufak bir şeyde hop hop, anında şarkıya başlardı oyuncular. Ölseler onu da şarkıyla anlatabilirlerdi. Havada dönen kocaman etekler, parıl parıl gözler, o kocaman gülümsemeler… 

Hayal dünyasından tam olarak kopamasa da şu anda yaptığı işi hatırlatan bu siyah araba, su sıçrata sıçrata yoluna devam etti. Elinde daha çok broşür vardı, bitirmek zorundaydı onları. Bir sokaktan diğerine, oradan bir başkasına yürüyerek, elindeki yükü hafifletmeye çalışıyordu.

Kızın adı neydi acaba? Başak olsa ne güzel olurdu mesela. Narin, yumuşak. Ya da Bahar. Bahar niyeyse soğuk geldi ona. Başak en güzeli. Nelerden hoşlanırdı? Çayı nasıl içerdi? Türk kahvesi içer miydi?

Acaba kıza mektup yazsa? Yok, kesin cevap vermezdi. Hem daha bugün gördü. Gidip kapısında beklese sapık muamelesi görürdü. Mutlaka onunla tanışmanın bir yolunu bulmalıydı. 

Yeni bir tesadüf mü bekleyecekti? Ya 5 ay sonra olursa bu tesadüf? Hayır hayır, bekleyemezdi o zamana kadar. Mektup yazıp tanışmak istediğini yazmalıydı. “Modern bir dünyadayız değil mi, neden olmasın?” Modern ve mektup kelimelerinin uyumsuzluğu onu güldürdü. Herkes birbirini internetten takip ederken, o mektup mu bırakacaktı? Ama kızın adını bile bilmediğine ve tek bildiği iletişim aracı o posta kutusu ise, mektup yazmak en mantıklısı gözüküyordu. Acaba yazsa kız ne zaman görürdü?

Aklındaki sorularla geçen bu sürede broşürleri yarıya indirmişti bile. Sevindi. Karnı acıkmıştı ama olsun bir an önce bitirmeliydi broşürleri. Onları dağıtırken yazacağı mektubu düşünmek ve hayal kurmak için bol bol vakti vardı.

Akşama kadar soğukta evlere, dükkanlara, arabalara broşür koyarak sokaklarda yürüdü. Bu yaptığı işten çok mutlu olmuştu. Eğer bu broşürleri dağıtmasaydı bu kızı hiç göremeyecekti. “Her işte vardır bir hayır” işte tam olarak bu idi. Akşam eve dönmek için sabırsızlanıyordu. Bir an önce yazmalıydı mektubu. Gözleri sevinçten parlıyordu. Ahmet Usta’nın yanına geldiğinde, o bile fark etmişti.

“Hayırdır, ne oldu gözlerin parlıyor?”

“Yok Ustam bir şey” bir an önce eve gidip, mektubunun başına oturmak istiyordu.

“Acıktın mı?”

“Yok Usta.”

“Oğlum akşama kadar çalıştın gel sana bir ekmek arası yapayım.”

Hayır diyemedi, çünkü hayır derse midesi vücudundan fırlayıp “Açım!” diye bağıracaktı.

“Olur Usta, sağol, Allah razı olsun.”

“Lafı mı olur. Ayran da vereyim yanına, içersin.”

“Sağol usta.”

Ahmet Usta ekmeğin arasına dönerleri özenle yerleştirirken, broşürcü çocuk kırmızı sandalyelerden birine çekerek plastik masanın kenarına oturdu. O kadar yorulmuştu ki bir türlü kıza yazacağı mektuba odaklanamıyordu.

“Afiyet olsun.” diyerek bıraktı tabağı broşürcü çocuğun önüne Ahmet Usta.

“Sağol Ahmet Usta.” diyerek yüzüne baktı ve yamulan bıyığın altında o muzip gülümsemeyi gördü. Adam her şeyi anlıyordu. Zarf içinde günlüğünü verdi ona. Ne kibar adamdı, asla açıktan para vermezdi. Ahmet Usta’nın çok mutlu olduğu da söylenemezdi. Öğrendiği kadarıyla hiç bir işte başarılı olamamıştı. Kalan son birikimi ile bu dükkanı  açmıştı. Keşke burada uzun ömürlü olsaydı Mutlu Döner…

Büyük lokmalarla yarım ekmek dönerini hızlıca yedi ve tekrar teşekkür ederek dükkandan alelacele çıktı. Sola döndü ve arnavut kaldırımlı bir sokağa girdi. Otobüs durağı o sokağın sonunda sonra sağdaydı. Büyük adımlarla ilerliyordu. Çok heyecanlıydı. Nasıl başlasaydı mektuba. “Merhaba” mı, “Selam” mı, “Sayın” mı. Yoksa şiir mi yazsaydı? Acaba mektubu okumadan yırtar atar mıydı?

“Abi bir liran var mı?”

Sesin geldiği yöne yere kafasını çevirdi. Küçük kahverengi bereli bir çocuk. “Yok abicim”, dedi ilerledi. İki adım attı atmadı, daha büyük iki başka çocuk belirdi önünde. 14-15 yaşlarında yeni ergenliklerinde olmalılardı. Hayatlarında bir, belki iki kez tıraş olmuşlardı.

Lacivert bir mont giymiş olanı “Paranı ver” dedi. Diğeri ise dünyadan çoktan kopmuş gitmiş gibiydi. Belli ki soğuğu da hissetmiyordu, hırkayla dolaşıyordu ortalıkta.

“Yok, çocuklar.” 

“Paranı ver lan, sikerim belanı!” diye bağırdı çocuk. Tiner ve sigara karışımı bir koku suratına çarptı. 

“Hop n’oluyor!” diye üsteledi broşürcü çocuk. 

“Ne diyon lan sen!” diyerek büyük bir hızla yaklaştı ona, lacivert montlu çocuk,. Broşürcü bir anda soğuk bıçağın büyüklüğünü karnında hissetti. O kadar büyüktü ki belini delmiş olabilir miydi? Bu nasıl bir acıydı? Bağırmak istiyordu. Ama şaşkınlıktan ve acıdan dili tutulmuştu. O sırada çocuklar, cebindeki zarfı buldular. İçindeki  iki adet 50’lik banknotu alıp, zarfı yere attılar ve koşarak uzaklaştılar. 

Genç çocuk, hala ayakta duruyordu. Böyle mi ölecekti? Bu kadar mıydı? Daha kıza mektup yazacaktı! Yapmak istediği şeyler vardı! Hayır ölmek istemiyordu! Arnavut kaldırımları ona yaklaşıyordu. Yaklaşırken de kararıyordu.

Ertesi gün 27 Numara’nın kapısı açıldı. Genç kız posta kutusunun kilidini açtı, faturaları ve broşürleri alıp eve geri girdi. Kutuya gelenler, cep telefonu faturası ve kredi kartı ekstresi, ve bir kaç broşürden ibaretti.

Genç kız elindeki broşürleri sallayarak

“Anne atıyorum bunları.” dedi. Annesi izlediği programdan gözünü ayırmayarak “At.” dedi ve ekledi “Kız duydun mu dün birini bıçaklamışlar aşağıda, parasını almışlar çocukcağızın. Allah ailesine yardımcı olsun, daha 17 yaşındaymış.”

Dalgın bir şekilde “Yok duymadım” dedi kız. Çöp kutusunun kapağını açtı, broşürleri çöpe attı ve geri kapattı ve ekledi; “Artık bıraksalar şu broşür dağıtma işini, kağıt israfı! Bilmiyorlar mı ki hepsi çöpe gidiyor?”

2017

Mutlu Döner öyküsü için hayal ettiğim sokak görüntüsü. 2015-2016 dolayları.

Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. Tüm hakları saklıdır.