Pencere Yaratıkları

Pencere yaratıkları illüstrasyon

Bir türlü okuduğu kitaba odaklanamıyordu Fırat. Dışarıdaki rüzgâr içeriye bir uğultu olarak doluyordu. Aklı tam kapayamadığı penceredeydi, fakat neden tam kapayamadığını henüz bulamamıştı. Az önce oturduğu koltuktan hışımla kalkıp pencereye yanaştı; kolu tutup çevirdi ve hafifçe araladı. Plastikten yapılmış çerçeveyi baştan sona incelemeye başladı. Birkaç kez kolu oynatıp, mekaniğini kontrol etti. Gözüne çarpan tuhaf bir şey yoktu. Eliyle kenarlarındaki silikonları inceledi. Herhangi bir pürüz gözükmüyordu. Peki niye kapanmıyordu bu pencere? Tekrar denedi. Hızlıca çarptı, pencerenin camları sarsıldı. Fakat bu denemesinde de tam kapanmadı. O sırada dışarıya gözü takıldı, üst üste kurulmuş bina yığını semt manzarasına. Sadece gri tonların hâkim olduğu, hangi binanın önde veya arkada olduğunu kestiremediğiniz beton yığını. Gözünü gökyüzüne doğru yükselttiğinde fark etti; havanın pisliği ve ağırlığı, bu düzensiz ve çirkin binaların üstünde gri bir sis bulutu oluşturmuştu. Mavi gökyüzü ile iki ayrı katmanmış gibi duruyordu, soluduğu havayı düşündü. Yoğunluğundan sebep atmosfere bile karışamayan, üstlerine kâbus gibi çöken, binlerce insanın ciğerlerinden daha da pisletilerek geri verilen havayı alıyordu zavallı bedenine. Tiksindi. Bir adım geri çekilerek tekrar pencereye baktı. Hâlâ tam kapanmamıştı. Tekrar davrandı; bu sefer pencere kolunu o kadar sıkı kavramıştı ki plastikten hafif bir çatlama sesini duydu ama üstünde durmadı.

“Ne var be, ne var? Niye kapanmıyorsun amına kodumun penceresi!?”

Pencerenin kilidine bakıyordu. Altındaki küçük deliğe. Kaşları çatıldı. Acaba bu delik hep var mıydı? Kilit mi gevşemişti? O yüzden mi yerine oturmuyordu? Bu sorular aklından geçerken delikten beyaz bir şey çıkmaya başladı. Şaşkınlıktan nefesini tutmuş, film gibi izliyordu. Kurtçuk muydu bu? Solucan mıydı? Neydi bu? Git gide uzayan bu ince uzun yaratığın baş kısmında iki tane siyah küçük göz ona doğru bakıyordu. Cin miydi yoksa bunlar? Böyle cin olur muydu?

Derken bir tane daha eklendi yanına. Sonra bir tane daha. Hepsi gözlerini Fırat’ın olduğu yöne çeviriyordu. Sanki çubuk makarnalara iki siyah nokta yapıştırılmış gibi hepsi o küçücük delikten bir şekilde çıkmış, kendisine bakıyordu.

Fırat’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Nefesi iyice kesilmiş, kendisine bakan bu yaratıklara bakıyordu. Aklı almıyordu, o delikten nasıl çıkmıştı bunca yaratık?

Pencere çerçevesinde ne yapıyor olabilirlerdi? İçerdeki boşluğu mu yuva edinmişlerdi? Eğer öyleyse bunlardan daha çok vardı. Belki de evdeki bütün çerçevelerin içi…

“Aaahh” diye geri attı kendini.

“Gidin, GİDİN!” diye çığlık atmaya başladı. Yere düşmüş kitabını, pencereye doğru fırlattı. Vücudu elektik çarpmış gibi sarsıldı. Yaratıkların hepsi bir anda düşer gibi yere indiler. Yerde yılan gibi ilerlemeye başladılar.

“Hayır HAYIR, GELME!” diye bağırdı. Salonun kapısını kapadı. Yatak odasına geçti ve oranın da kapısını kapadı.

“Hassiktir! Bu ne oğlum, hassiktir! Delirdim, en sonunda delirdim!”

Kapının altındaki boşlukları hesaba katmadığını küçük kafaları görünce fark etti.

“Aaaaah, aaah” diye çığlık attı. Gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Yaratıklar üstüne doğru yavaş yavaş ilerliyordu. Kaçabileceği yer yoktu. “Hayır, HAYIR!” diye çığlık attı. Pencere vardı ama 5. kattaydı, aşağı atlayamazdı. Yavaş yavaş ayak bileğinden bacaklarına, kasıklarına doğru yükselen bu garip canlıları hissetti üstünde, aynı soğuk makarna gibi üstünde yapış yapış ilerliyordu. İlerleyen soğuk makarnaların bıraktığı ağır nişasta artıklarını derisinde hissedebiliyordu.

“HAYIR! Allahım n’olur bırakın beni N’OLUR!” diye ağlamaya başladı. Yaratıklardan bir kısmı kulaklarından, bir kısmı burun deliklerinden, bir kısmı da göz pınarlarından kafatasının içine doğru hücum etti. Geri kalanları nefes almasını engelleyecek kadar ağzını doldurmuş, iç organlarına doğru ilerliyordu. Fırat, beyninin kıvrımları arasında, soğuk makarnaların dolaştığını hissedebiliyordu.

Çığlık atıyordu. Kanının aktığını hissedebiliyordu. Kimse duymuyordu.

Bacak arasında sıcaklık hissetti. Çişini de tutamamıştı. Artık vücudu üzerinde kontrolü kaybetmişti, biraz sonra ölecekti, biliyordu.

“HAYIR” çığlığı ile uyandı. Yüzüne dokundu. Terlemişti. Nefes nefese kalmıştı. İki eliyle yüzünü kapadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Karanlık evinde, yeni ıslattığı yatağında tek başına, yalnızlığına isyan ederek uzunca bir süre ağladı. Artık ağlamaktan burnu tıkanıp nefes alamaz hale gelince, burnunu silmek üzere yatağından kalktı. Banyoya girdi, tuvalet kağıdına burnunun içindekileri boşalttı ve kontrol etti; herhangi bir yaratık var mı diye. Sonra çöp kutusuna attı. Musluğun soğuk tarafını döndürdü, akan buz gibi suyu suratına çarptı. Bulanık aynadaki ıslak suratına baktı. Ciğerlerindeki tüm havayı boşalttı. Uzunca bir süre aynaya baktıktan sonra kıyafetlerini çıkardı ve makineye soktu. Ardından duşa girip soğuk suyun altında yere bakmaya başladı. Neydi o rüya öyle? O kadar gerçekçiydi ki düşününce bile hala yaratıkları üzerinde hissediyordu. Kafasını uzunca bir süre soğuk suyun altında tuttu, sanki yaratıkların orada olmadığına emin olmak istiyordu. Duştan çıkıp havluya sarındı. Ağır adımlarla banyodan çıkıp mutfağa yöneldi. Buzdolabını açtı. Orta rafta duran tencereyi alıp kapağını kaldırdı.

“Kimse panik yapmasın, Türkiye’yi makarnaya boğarız.”* Alaycı bir sesle.

Tenceresiyle beraber çöpe attı. Mutfak dolabında stokladığı 6 paket makarnayı da onun üstüne. Çöp torbasının ağzını sıkıca bağladı, yatak odasına götürdü. Üstünü değiştirirken göz ucuyla kontrol etti. Eğer yaratık çıkarsa üstüne atlayıp onları ezmeyi planlıyordu. Hızlı bir şekilde giyindikten sonra torbayı da alıp evden dışarı çıktı. Çöpü konteynıra attı. Aklından konteynırı ateşe vermek geçti ama yanlış anlaşılabileceğini düşündü. Geri eve girdi. Pencereden konteynırı gözetlemeye başladı. Nefesi camda buğu yaratıyordu. Uykusu da yoktu. Kitabını alıp koltuğa geçti. Aklı hala dışarıdaki konteynırın içindeki makarnalardaydı.

Endişeli bir 15 dakikadan sonra fark etti, pencere yine tam kapanmamıştı.

15.03.2020 tarihinde makarna üreticilerinin açıklaması: https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/herkese-yetecek-kadar-makarna-var-41469232

2021


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.

Ekmek Arası Börek

Ekmek arası börek yiyen kadın illüstrasyonu

“Bu kaçıncı söz, yemin? Hep geri dönüyorum, biliyorum. Kendimi yanında buluyorum, dayanacak gücüm kalmadığında. Seni bıraktığım zaman yerinden kıpırdamayıp beni beklemeye devam edeceksin. Hiç değişmiyorsun. Yıllardır hep o aynı cazibenle duruyorsun. Sensiz daha iyi yapabileceğimi söylüyorlar, uzun süre aldırış etmedim ama…”

Kadın yerleri süpürürken bir yandan da bunları söylüyordu kendi kendine. Kuyruğunu gergin bir şekilde kıvıran gri kedi ise kadının sallanan memeleri ile altın kolyelerini süzüyor, kollarının altındaki sarkık derinin dalgalanışını izliyordu. Bunlar, daha önceden duyduğu şeylerdi. Yeşil gözlerini kısıp kısıp açıyordu. Kadının kendisiyle konuşmadığını biliyordu.

“… Ama bu sefer kararlıyım ve ciddiyim; ay Tırmık çekil şuradan!” 

Kendi ismini sevmeyen kedi olur muydu? Evet, Tırmık’ın kendisiydi. İnsanlar ne güzel isimler buluyorlardı kedilerine. Tırmık da neydi? Süpürge ona doğru yaklaşıyordu. Ağır bir şekilde yerden kalkıp, umursamaz yürüyüşü ile ilerledi, kapının eşiğinden salonu izlemeye koyuldu.

Kadın kolunu hışımla ileri geri iterek, “Sensiz yaşamaya alışmak çok zor biliyorum. Ama çok yıprandım, kaldıramıyorum artık…” dedi dalgın dalgın. Kolundaki bileziklerinin şangırtısını duymuyordu bile. 

Kedi Tırmık bir an ne gördüğünü anlayamadı. Büyük ve korkutucu bir kütle ona yaklaşıyordu. Yerinden zıpladı tam tüylerini dikleştirecekti ki sahibinin kalçası olduğunu fark etti. Leopar desenli taytı o kocaman alanda gerginleşmiş, tuhaf bir görüntü yaratıyordu. Ona doğru gelirken ağır şekerli parfüm ve sigara kokusu Tırmık’ın suratına çarptı. En sonunda arkasını dönüp dışarıya, antreye gitti.

Kadın ise Tırmık orada mı, değil mi farkında bile değildi. Boyadan yanmış sarı saçları gözünün önünde sallanıyordu. Suratına, yılların mutsuzluğu sinmişti. Ağaçların yaş halkası gibi, kat kat gıdısı vardı. Her geçen sene ona bir şeyler ekliyordu. Aynı yeri belki de 30-40 defa süpürmüştü ama farkında değildi. 

“Yok yok, seni hayatımdan tamamen çıkaracağım.”

Süpürgeyi kapattı ve yere bıraktı. Ellerini beline koyup duvardaki saate baktı. Unutmuştu yine saatin bozuk olduğunu, yılların alışkanlığı. Atsa mıydı ki? Ama kıyamıyordu, tıpkı seneler önce aldığı çirkinlik abidesi o müzik kutusu gibi. Ya da hiçbir işe yaramayan mektup masası. Bibloları dizmişti üstüne gerçi. 

Dışarı baktı, öğle olmuştu. Karnından hafif bir gurultu geldi. “Kafamda bitirdiysem bitmiştir.” dedi.

“Ay oturayım bari biraz.” 

Bir sigara yıktı. Uzun tırnaklarındaki sedefli pembe oje iyice bozulmuş, zamanla koyulaşmış, tırnaklarının ucundakiler ise iyice soyulmuştu. En son ne zaman gitmişti maniküre, hatırlamıyordu, ona da para vermek istemiyordu. Kendi yapmayı da beceremiyordu. Bir ara gitmeliydi. 

Düşünceli bir şekilde sigarasını içti. Açlık hissini sigara ile bastırmaya çalışıyordu. Yerinden sıçradı aniden, dudağı yandı. Eline baktı. “Ne çabuk bitti bu sigara.” Diyerek izmariti kül tablasına koydu ve bir tane daha yaktı. Farkında olmadan, yüzük parmağıyla, çıkmış bıyıklarını kontrol etti. Bir süre sonra sigara yeniden bitti. Kül tablasında yer aradı söndürmek için. Pembe rujlu izmaritler cennetinde yer kalmamıştı anlaşılan. Ikınarak kalktı ve pencere kenarındaki saksılardan dibinin birine attı. “Kül besler onları…”

Nesrin’i aramak geldi aklına. Bugün konken günüydü aslında, ama aramamıştı önceden. Sıra Nurten’deydi. Belki de bu hafta toplanmamışlardı.

Eski yeşil telefonunun başına gitti. Telsiz telefonları sevmiyordu. Numarayı çevirdi. Her numarayı çevirip kadranın geri dönmesini bekledi. Bir süre sonra çalma sesini duydu. 

“Alo”

“Alo Ayten kızım ben Halime teyzen, nasılsın? Annen yok mu evde?”

“Aa Merhaba Halime Teyze, şaşırdım arayınca. Annem Nurten Teyzelere gitti oyuna. Sen gitmedin mi?”

‘Vay kaltak karılar’ diye geçirdi içinden.  Demek konken partisi ayarlamışlar ve ona haber vermiyorlar.

“Halime Teyze?”

“Yok kızım, oyun için toplandıklarını haber vermedi bana.”

Sessizlik.

“Tamam kızım görüşürüz.”

Çok sinirlenmişti. Şu hayatta zevk aldığı bir oyunu kalmıştı ve anlaşılan Nesrin bunu ona çok görüyordu. Kaşlarını çattı. Burnundan soluyordu. Dudaklarının içini yiyordu. Sehpanın üzerinde duran eski, tuşlu, gri cep telefonuna yöneldi. Kısık gözleriyle Nesrin’i buldu. Ara tuşuna bastı.

Çaldı… çaldı…

Uzun beklemeden sonra hat düşme sesi geldi.

Sehpanın üzerindeki sigara paketine yöneldi. Tırnaklarıyla sigarasını çekti ve hışımla iki dudağının arasına sıkıştırdı. Tekrar aradı Nesrin’i. Çalma sesini dinlerken dudağını içe kıvırarak derin bir nefes çekti sigarasından.

“Halime kız N’aber?

‘Ay cırtlak karı’ diye geçirdi kafasından

 “Ben de tam seni düşünüyordum.”

‘Kesin beni düşünüyordun orospu karı’ devam etti içinden.

“Allah Allah hayırdır?” dedi Halime.

“Nesrin, şu böreği alacan mı, çocuğa verecem” diye Nurten’in sesi duyuldu arkadan.

“Beni düşünüyormuş, yalancı!” diye sesini yükseltti Halime ve devam etti “Konkene toplanmışınız ve bana haber vermiyorsunuz öyle mi? Yazıklar olsun size. Çok ayıp çook…”

“Ay Halime yanlış anladın! Sen rejime girdim deyince seni çağırmayalım dedik burada bir sürü börek çörek var diye…”

“Size ne ya! İstediğimi yerim, yemem. Sen nasıl benim adıma karar verdin? Çok ayıp!”

“Ay daha oturmadık oyuna, kalk gel.”

“Ne geleceğim, istemez!”

“Ya inat etme kız, gel işte özür dilerim, senin iyiliğini düşündük.”

“Düşünmeyin, gidin zıkkımlanın börekleri! “

Telefonu sinirle kapattı. Elin karılarının ağzına laf vermişti işte, ‘Halime rejimde, aman o yemesin.’

Herkes kendisine dönüp baksındı! Bunca zaman çok umursamışlardı sanki! Böyle mi düşünüyorlardı onu? Çok ayıptı yaptıkları. Çok kırılmıştı. Arkadaşlarını da sevmiyordu artık. Onlara ihtiyacı yoktu. Ağzını yakan izmariti söndürüp, bir sigara daha yaktı. Gözleri çok hızlı hareket ediyordu. Elinin son üç parmağını üst üste bindirip çenesini sıvazladı. 

“Eh, başlarım böyle işe!” dedi, sigarasını hızla söndürdü ve ayağa kalktı. Bir hışımla anahtarını alıp, evinin ahşap kapısını çarparak çıktı. Kedi Tırmık bu eski Rum apartmanındaki dairenin, tipik çift kanatlı kapısının sallanışını izledi ve aşağı doğru uzaklaşan gümbür gümbür ayak seslerini dinledi. 

Halime sokağa attı kendini. Sağa sola göz gezdirdi. Mahallenin küçük börekçisi Mehmet’e gitti. 

“Mehmet, bana bir kilo su böreği tart.”

“Oo Halime abla, sen rejimde değil miydin?”

Bütün mahalle de öğrenmişti. Nesrin söylemiştir kesin.

“Ver sen hadi, ver.”

“Peki abla.”

Allah bilir bu dedikoducu Mehmet gider ilk fırsatta Nesrin’e yetiştirir. 

“Misafirim var da.”

“Aa öyle mi, dur biraz fazla koyayım ikram olsun.”

“Hadi Mehmet, oyalanma!”

Hemen paketledi. 

“Başka bir şey lazım mı abla?”

“Yok değil, al şunu da!”

Parayı önüne attı ve dükkandan çıktı. Bakkala uğradı. 

“Bana iki paket sigara ver, bir de ekmek.”

“Peki abla.”

Artık dayanamıyordu. O sigaralar o raftan bir türlü çıkmak bilmedi, ekmek de sepetten. Dişlerini sıkıyordu. Ne olurdu azıcık hızlı olsalar. Herkes tuhaf, herkes!

“Yazıver benim hesaba.”

“Peki abla.”

Poşeti kaptığı gibi çıktı ve hemen apartmana yöneldi. Ağır giriş kapısını hışımla açtı ve dönen merdivenlere ilerledi. Fakat artık dayanamıyordu. Yukarı çıkacak hali kalmamıştı. Nefes nefeseydi, sarkık memelerini içine sıkıştırdığı sütyen ter içinde kalmıştı. Çöktü merdivene. Kollarını terden sırılsıklam olmuş penye tişörtünün arkasına soktu. Islak sırtının ortasındaki et benine denk gelen sütyen kopçasını açtı. Sonra bluzun ön kısmından sütyen kaplarını bir bir kaldırdı, sarkık memeler kendini bıraktı. Yıllardırın verdiği ustalıkla sütyen askılarını bir çırpıda sıyırdı ve ağırlaşmış terli sütyeni basamağa doğru savurup attı. Suratı terden parlıyordu. Torbadan hışımla ekmeği ve börek kutusunu çıkarttı. Elleriyle ekmeği yardı. Sol eliyle, neredeyse hiç peyniri olmayan yağlı su böreğini avuçlayarak, kutudan çıkarttı. Sağ elinde tuttuğu ekmeğin içine tıkıştırırken, bir yandan da “Hadi, hadi!” diye inliyordu. Eline bulaşan yağı, ekmeğin dışına sildi. Isırmaya başladı. Bir an önce ortaya ulaşması gerekiyordu, ama daha ekmeğin köşesindeyi. İkiye de bölemedi. Köşeden vazgeçip ortasından ısırdı. Kocaman bir lokma aldı, ağzının kenarlarından akan yağlar, çenesinin altındaki katmanlarda kayboluyordu. Çiğnemeye çalışırken yanaklarının kasılıp, ağrıdığını hissediyordu. Tükürüklerinin ancak ıslatabildiği lokmayı büyük bir çabayla yuttu..

Apartmanda Halime’nin ağlama sesleri yankılanıyordu. Ağzı dolu bir şekilde “Bırakamadım seni, bırakamadım. Tek mutluluğum yemek yemek, onu da elimden almalarına izin vermeyeceğim…”

Tırmık ise aynı lafları yüzüncü kez duymanın sıkıntısıyla gözlerini devirip, kendini halıya attı ve uyku pozisyonuna geçti.

2017


Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. 

Tüm hakları saklıdır.