
Sabah uyandı. Gömüldüğü yataktan, yumuşacık yastığının içindeki elyafları yokladı. Kenarlarını okşarken hafif sertliğini hissetti. Başını yastığın biraz ucuna kaydırarak serinliğini boynunda hissetti. Yastığının altında duran telefonunu eline aldı. Yüz üstü yattığı yataktan tek gözünü açarak telefonun ekranına bakmaya başladı. Sosyal medya hesaplarını karıştırdı, beğeniler, etkinlik davetleri, mesajlar… Paylaşılan resimlere, yazılara, fotoğraflara baktı. En son saate baktı. 12:35. Artık kalkması gerekiyordu. Üstünden, onu gereğinden fazla ısıtan yorganı attı. Oturur vaziyetteyken bilinçsizce yeni pedikür yapılmış ayağını inceledi. Sonra bacaklarını ve dizlerini incelemeye koyuldu. Yeni çıkan bir kıl veya herhangi bir batık var mı diye baktı. Yataktan kalktı. Odasının içindeki tuvalete girdi. Klozetin buz gibi oturağına poposunu koyarken hafifçe irkildi. Dalgın dalgın yerdeki karolara baktı. Çişini yaptıktan sonra kalkıp klozete, yaptığı ürüne baktı, içinden ‘Daha çok su içmeliyim’ diye geçirdi ve sifonu çekti. Ellerini Balıkesir’den getirttiği doğal zeytinyağlı sabunla yıkadı ve suratını incelemeye koyuldu. Hoş kokulu yüz yıkama jelinden, bir bezelye tanesi kadar parmak uçlarına sıktı. Sadece bu jel 470 liraydı bol bol kullanamazdı. Hafif dairesel hareketler ile yüzünü yıkadı ve biraz bekledi. Sonra bir pamuk yardımıyla, yüz yıkama jelinin devamı olan toniğini sürdü yüzüne ve ondan sonra yine beklemeye koyuldu. Bu bekleme sürelerinde ya tırnaklarını inceliyor, ya saç diplerine bakıyor, ya da çilleri artmış mı artmamış mı kontrol ediyordu. Göz kremi ve yüz kremi öncesi serumuna gelmişti sıra. Gözlerine yavaşça sürdü ve kendine “Hafif pıt pıtlarla sürüyoruz” dedi parmak uçlarıyla kremi yedirirken. Yüzüne serumunu sürdükten sonra yine beklemeye koyuldu. Beklemeliydi. Çünkü beklemezse suratı yağlanır, sivilcelenebilirdi, bu da onun için büyük bir problemdi. Bu bekleme süresinde bıyıklarını kontrol ediyordu. Neyse ki gittiğini güzellik merkezindeki 4520 liralık epilasyon paketine bıyığa dahil edivermişti de üstünde düşünmüyordu. Karnının gurultusu sessizliği bozdu. Kahvaltı olarak ne yeseydi? Hazırlamaya çok üşeniyordu. Kahve aldığı yerden alırdı yiyecek bir şeyler. Krem vakti geldi. Alnına, burnuna yanaklarına, çenesine ve çene altına olmak üzere 6 nokta kondurdu ve yavaş yavaş sürdü.
Kahvaltı işini de çözdüğüne göre giyinebilirdi. Sonra işine giderdi nasılsa. Zaten kendi işinin patronuydu, kimse ona karışamazdı. Dar bir pantolon giydi üstüne; paçaları yırtık, son moda. Üstüne bol, eskitilmiş bir bluz. Aslında kendisi aldıktan iki gün sonra indirime girmişti mağaza ama o biliyordu ki, indirime giren ürünler birkaç sezon öncesinin ürünleri olur büyük mağazalar da hep öyledir yani. Daima sezonda alışveriş yapar, indirim takip etmez. “Paran yoksa alma kardeşim” der. Büyük deri çantasını açtı cüzdanını, şarj, aletini, arabasının anahtarının, sigarasını ve çakmağını da içine attı, üstüne uzun, delikli bir hırka giydi, ayaklarına beyaz spor ayakkabılarını giydi, telefonunu eline aldı, çantasını dirseğine taktı. Yüzüne büyük gelen logolu güneş gözlüğünü suratına taktı ve 95 m2’lik evinden hışımla çıktı.
—
“Hepsinin ecdadını sikicem” dedi küçük çocuk elindeki mendil torbasını sallarken. “Hepinizin anasını sikeyim” diye devam ediyordu. ATM sırasında bekleyen insanlara mendil uzattı. “Abla mendil alsana!” Kadın suratına bile bakmadan “Hayır, hayır!” diye başından savdı. Arkadaki kadına yöneldi. Mavi saçları ve kapkara güneş gözlüğü ile tuhaf duruyordu.
“Abla mendil alsana!”
“Yok canım.”
“Bozuk paran mı var mı abla?”
“Yok canım, hadi.”
Öfleyerek uzaklaştı yanından. Uzun zamandır yıkanmayan kemik rengi pantolonu grileşmiş, dizleri yırtılmış ve kalçasından düşüyordu. Rengarenk ucuz ve eski yün kazağın delikleri büyümüş, pislikten renkleri koyulaşmıştı. Tozdan ve terden buğday teni iyice esmerleşmişti.
“Ulan hepinizin ta amına koyayım” diyerek yürümeye devam etti.
Saraçhane’nin arkalarında, unutulmuş sokaklardan çıkıp şehrin göbeğine Mecidiyeköy Metro girişine, insanların onu bakışlarıyla ezmesi için geliyordu çünkü. Kendi akranlarını görüyordu; annelerinin yanında, cep telefonlarıyla oyun oynarken. “Kahpe dünya!” derdi sarı dişleriyle Ömer abi. Çok sık derdi bunu.
Küfür ede ede etrafa bakınırken kel ve gözlüklü bir adam yarım sigarasını yere attı. Koşa koşa sigarayı aldı parmaklarının arasına. Bir nefes çekti, göğsüne indiğini hissetti dumanın. Yanından geçen yaşlı adam “Cık cık, at o sigarayı elinden terbiyesiz! Yaşın kaç sesin” dedi büyük bir hışımla.
“ On bir.” Diyerek cevapladı Çocuk ve ağzına tekrar götürdü sigarayı.
“Bak hala içiyor, at demedim mi sana!”
“Sana be amca! İşine bak!”
“Cık, cık! Ben senin gibi kaç çocuğu eğittim de adam ettim biliyor musun sen? Geldiler de elimi öptüler. Emekli öğretmenim ben! At o sigarayı çabuk, yoksa ayağımın altına alırım ha!” Parmağını salladı ona doğru.
“Ya bana ne amca, bir bok da yapamazsın ayrıca, çok yardım etmek istiyorsan mendil al”
Yaşlı adam elini umursamaz bir şekilde sallayarak “Eh sende be, hadi” diyerek yoluna devam etti.
Çocuk arkasından baktı. “Kodumun emeklisi. Öğretmenmiş de, elini öpmüşler de. Götünde sokucam bu sigarayı göreceksin o zaman!”
Adam uzaklaşmıştı ama hâla duyabiliyordu “Terbiyesiz, 11 yaşında çocuk sigara içiyor. Anaları, babaları yok bunların! Doğuruyorlar, sokağa atıyorlar! Ülke ne hale geldi!”
Çocuğun sigarası bitmişti. Ona göre söylemesi kolaydı. Anası, babası doğurup atmışlardı onu sokağa. Zaten bütün sokakta çalışan çocuklar öyledir değil mi? Ailesi kapısı penceresi, suyu, gazı bile olmayan bir evde yaşamaya çalışırken, babası ile ailenin en büyük oğlu kendisi çalışırken ‘sokağa atılmıştı’ öyle mi? Acaba emekliyi koysak kaç saat dayanırdı o mahallede o eve?
“Allah Topunun belasını versin! Biz de şans yok amına koyayım. Şans olsa şu anda okulda olurdum, zengin bebeler gibi” Ömer abi de derdi. “Oğlum biz de şans olsa, anamız babamız bizi işe, sokağa değil, okumaya, okula gönderirdi ama, hayat işte.”. Akan göz yaşlarını sildi. Duran trafikte camlara dayandı. Hiç kimse ona bakmıyordu. Yol boyunca ilerledi. Siyah bir arabanın yanında durdu, direksiyondaki kadına baktı. Mendili gösterdi, diğer elini de çukur yaptı.
“Abla, mendil alsana”
Kadının suratına bakıyordu. Kadınsa önüne. Kocaman gözlükleri onu kara sinek gibi gösteriyordu.
“Abla!”
Kadın suratına bakmadan, dudaklarını şişirerek bir nefes verdi ve eliyle ‘kış kış’ işareti yaptı. Camdan çekildi çocuk. “Orospu!” deyip arabanın arkasına vurdu.
11 yaşında dert sahibiydi küçük çocuk. Hayat parası olana güzeldi. Onların ki hayat mıydı? İstanbul! Taşı toprağı altın diye gelmiş ailesi. Bok varmış! Hayatı ona sorsalardı o küçük yaşına rağmen neler görmüştü, ne dayaklar yemişti. Sokaktaki abiler sürekli sigara içerken dinliyordu onları “Puşt insanlar, adaletsiz hayatlar, kahpe dünya…”
Sigara, sigara gibi kokmuyordu ama, ekşi bir koku yayılırdı etrafa içerlerken vermezlerdi ona “Sen daha küçüksün” derlerdi. Hatta sinirlenip ensesine vururlardı “Gitsene lan bebe” diye. Çok sinirlenirdi, çok utanırdı.
Aklına Ömer abi geldi yine, keşke o kadar erken ölmeseydi. Herkese karşı bir o koruyordu onu. Neydi ki o bonzai denen şey? “Kodumun dünyasında beni yalnız bıraktın Ömer abi” diye ilerlemeye devam etti, egzoz bulutu ve arabaların arasında kaybolurken.
—
Sinirlendi Merve arabasına arkasına vuran Mendilci çocuğa.
“Piç kurusu ya! Allah belanı versin senin!”
Sessizlik…
“Geber, o arabaların altında kal da gör gününü”
Sessizlik…
“Bakamayacağınız piçleri ne doğurup sokağa salıyorsunuz anlamıyorum yani? Geliyorlar, oradan buradan, işgal ettiler resmen İstanbul’u ya!”
Sessizlik…
“Üff şu camın haline bak, dün yıkattım arabayı inanamıyorum ya! Pislik, yağlı elleriyle bir de cama dokunmuş!”
Şiddetle kornaya bastı:
“Hadi be, ilerleyin sizde!”
2017
Bu sitede yayınlanan her türlü ses, görsel, yazı, bilgi ve belge, sahibinden izinsiz değiştirilemez, kullanılamaz, yayınlanamaz. Tüm hakları saklıdır.